Kara bulutlar öbek öbek toplanmış, başını göğe kaldırıp da bakanların farkedebildiği gibi…
Yazın son demlerini yaşayan İstanbullular, güneş hala yüzünü gösterdiğinden olsa gerek, hava tahminlerine aldırış etmemiş gibi. Çiçekli desenleriyle uçuşan elbiseler, mini etekler, askılı bluzlar, keten gömlekler, şortlar, sandaletler, yazlık spor ayakkabılar bir oraya bir buraya koşuşturuyor İstiklal’de. Ve içlerinde şen şakrak kadınlar, işten çıkmış erkekler, elele tutuşmuş gençler, ağır adım ilerleyen yaşlılar, anneleri tarafından çekiştirilen çocuklar…
Dedim ya bu yağmur sinsi diye… Bir anda bardaktan boşanırcasına yağmur başladığında, diğer insanların tabiriyle “deli” birkaç kişi dışında herkes bir saçak altına sığınıyor. Deliler yağmur damlalarının keyfini çıkarırken yüzlerinde bir tebessüm, saçak altındaki meraklı gözler, en istemediğimiz anda şemsiyeleri gözümüze sokan o meşhur sokak satıcılarını aramaya başlıyor.
Çok geçmeden şeffaf şemsiye altında bir genç beliriyor karşı saçaktan, elinde aynı şemsiyeden beş-altı tane… Gözler ışıldıyor, eller cebe atılıyor, bakalım bu yağmur bize ne kadarlık bir şemsiyeye mal olacak? İnanmazsınız, normal şemsiyelerden daha küçük, sadece dört adet çıtadan oluşan, üstü şeffaf bir muşamba parçasıyla kaplanmış bu şemsiyeleri, beş liradan satıyor genç adam ve şemsiyelerin kapışılması iki dakika bile sürmüyor…
İşte dedim içimden, ihtiyacı doğru tespit edip elindeki ürünü doğru zamanda müşteriye ulaştıran başarılı bir iş insanı. Ne olur gülmeyin, birkaç şemsiye satmakla iş insanı olunur mu diye. Henry Ford’un işe ilk başladığında kaç araba ürettiğini ve nasıl 15 yıl satış rekoru kırdığını hiç okumadınız mı? Ya da Vitali Hakko’nun yaptığı ilk ürünün ne olduğunu biliyor musunuz? Bilmiyorsanız google’da iki tık, hepsi karşınızda. Kimbilir, belki aklınıza düşen birkaç kişinin başarı öyküsüne de ulaşırsınız bir anda…
Peki benim işim ne Galatasaray Lisesi’nin önünde? Tesadüf işte, beklemem gereken bir 15 dakika vardı, onda da yağmur yağdı…