Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için sordu

 

Tuluhan Tekelioğlu değişmeyi bilen kadınlardan, daha doğrusu değişmek için kendiyle uğraşan. Hayatının belli kırılma noktaları var: Ekonomi mastırını bırakıp gazeteciliği seçmesi, Paris’te Sipa Press’te çalışması, Hürriyet gazetesinden çıkarılıp televizyonculuğa yoğunlaşması ve son olarak da evliliğini bitirmesi. Bir zamanlar profesör babasına hayır diyemediği için bulimik olan o genç kız; aileyi koruyayım derken kendine zarar veren o anne bugün bembeyaz döşediği yeni evinde oğlu Ömer ile çok mutlu. Cebinde iki kitap, belgesel, sayısız yazı ve röportaj, yeni projeler peşinde hesap vermeden ve hesap sormadan kırk yaşının tadını çıkarıyor.

 

 

Çocukken de gazeteci olmak istiyor muydunuz?

Evet, ama bunun adının gazetecilik olduğunu bilmeden istiyordum. Çok meraklıydım. Öyle bir merak ki bu; bir dönem Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesi’nde motosikletli “Kobralar” türemişti. Daha 14-15 yaşındayken onlara röportaj yapmayı teklif etmiştim.

Neydi sizi buna iten?

İnsanların, bize söylediklerinden daha derin başka şeyler var içlerinde gibi gelirdi. Babam iktisatçıydı, üniversitede öğretim görevlisiydi; hep ekonomi, işletme okumamı isterdi. Boğaziçi’ni kazanacağımı düşünüyordu. O sene Fransa’daydı onlar. Ben de kuzenimle ve anneannemle birlikte kalıyordum. Onlarla yaşamanın getirdiği rahatlık ve mutlulukla, dershaneyi asarak, kuzenimden poker oynamayı öğrenerek müthiş bir yıl geçirdim. Dokuzuncu tercihimi kazandım. Ama dokuzuncu tercihim aslında benim istediğim şeymiş; Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi…

Paris’e yolunuz nasıl düştü?

Babamı çok seviyorum ama tatlılıkla beni yönlendiriyordu ve istemeden onun yolunda gitmeme sebep oluyordu. Güdülenmiş gibi geçti gençliğim. Bir gün bana dedi ki; “Sen Fransa’da doğdun. Gazeteci bile olursan, uzmanlaşmış gazeteci ol. Gel ekonomi mastırı yap Fransa’da. Hem Fransızcanı da kaybetmezsin.” Bütün isteği benim ekonomist olmamdı. Ben de iletişim fakültesinden mezun olmama rağmen ekonomi mastırı yapmak için Fransa’ya gittim.

Nasıl bir tecrübeydi Fransa’da ekonomi mastırı?

Hayatımın en sıkıcı bir buçuk senesiydi. En küçük bendim. Oraya dönemin Afrikalı tarım bakanları geliyordu örneğin. Müthiş bir vizyonum oldu tabii; Kuzey Afrikalılar, İtalyanlar, İspanyollarla dostluklarım oldu. O zaman da anladım ki beni asıl çeken ekonomi değil, insanlar. Ama hayat hiçbir şeyi tesadüf olarak karşına çıkarmıyor. Paris’te arkadaşlarımla doğum günümü kutlarken, yan masada oturan çocuk; “Siz Türkçe mi konuşuyorsunuz?” dedi bana dönüp. “Evet” dedim. “Benim patronum Türk” dedi, “Gökşin Sipahioğlu… Sipa Press’te çalışıyorum” dedi. Bir anda beynimde şimşekler çaktı. Hiç unutmam; mastır yaptığım yere döndüm ve odaya kapandım. Üç gün bir mektubu yazamadım Gökşin Sipahioğlu’na. Hatta o dönem bulimik oldum, babama hayır diyemediğim için bulimia hastalığına yakalandım. Beş ay sürdü, yiyip yiyip kusuyordum. Sonra kendi kendime aştım onu. Neyse sonunda bir mektup yazdım ve iadeli taahhütlü yolladım. Üç gün içinde cevap geldi; “Bavullarınızı alıp gelebilirsiniz.” Mastır bitmek üzereydi, tezim kalmıştı sadece. Sunumu yapmadım, aldım bavullarımı Paris’e gittim.

Çok önemli bir kararmış. Ardından hayat nasıl değişti?

Orada her şey bitmişti, bir kırılma noktasıydı. İkinci kırılma noktamı Gökşin öldüğünde yaşadım. Geçtiğimiz ay öldü. Gökşin ölerek bana yine bir şey gösterdi bence. Boşanma dönemime denk geldi, yine hayatta bir karar aldım ve Gökşin bu sefer yok olarak bu değişimin habercisi oldu.

Gökşin Sipahioğlu’nun nasıl bir yeri oldu hayatınızda?

Yaptığım birkaç işi gördükten sonra babamı arayıp, “Kızınızı rahat bırakın, o gazeteci olacak” dedi.

Peki Sipa’da ne kadar çalıştınız?

İki sene çalıştım. Madem gazeteci olmayı seçtin, o zaman kendi ayakların üstünde dur dedi babam ve para göndermeyi kesti. Bir valizle İstanbul’a geldim. Fransa’daki çalışmalarım sayesinde burada hemen iş buldum.

Hayat nasıl olurdu acaba Fransa’da kalsaydınız?

Gökşin “Hata ediyorsun gitmekle” demişti. Daha farklı olurdu çünkü orada inanılmaz insanlarla tanışmıştım. Oradan Aktüel’e yaptığım röportajlar hep kapak oldu. Mesela Cezayir’de FIS (İslami Kurtuluş Cephesi) yönetime seçilmişti. Onlarla Refah Partisi arasında bir karşılaştırma yaptım. Mesela daha Montignac Rejimi Türkiye’de bilinmiyordu, ben Montignac’la ilk röportajı yapmıştım. Oradaki ilkleri haber yapmak, freelance muhabir olmak nefis bir şeydi ama şu konuda zorlandım: Sipa Press bir fotoğraf-haber ajansı. Dolayısıyla foto-röportajlar yapardı orada çalışanlar. Haber peşinde koşan fotoğrafçılara “fare” der Fransızlar. Ben fare gibi hissedemedim kendimi, onlar gibi atak göremedim. Fotoğraf çekmek mi, yoksa yazı yazmak mı? Ben yazı tarafını seçtim.

Türkiye’de nasıl gelişti kariyeriniz?

Yeni Yüzyıl bana iş teklif etmişti, Alev Er başındaydı. Orada da garip bir şey oldu. Gazete eski bir binadaydı. O binadaki matbaa; matbaanın etrafında kurulan bölümler, bana sanki günlük mekanizmanın; bir büyük teknolojik canavarın sindirmek istediği insancıklar gibi hissettirdi. Oradaki çalışma ortamını, o canavara hizmet etme güdüsünü ve o binayı sevmedim. İşi kabul etmedim. Yarı fiyatına Tempo’da çalışmaya başladım. O da hayatımın en kötü kararıymış. Tempo’dan Hürriyet’e geçtim. Yedi sene Neyyire Özkan’la çalıştım.

Sonra bir kırılma noktası daha geldi… SAYFA-BOLUMU

Evet, Hürriyet’te işten çıkarıldım. O da işte Ankaralılık! Zannediyorsun ki hayat çok çalışmakla başarılır. Ancak bu sektörde göz ardı ettiğim başka ciddi noktalar var; insan ilişkileri, çevre edinmek ve strateji.

Görünüm de önemli bir nokta değil mi?

Ben memur kökenli bir aileden geliyorum. Annemle babam hiçbir zaman bana güzel bir kız muamelesi yapmadılar. Ben de aynaya baktığımda güzel bir Tuluhan görmedim; önceliğim güzellik olmadı. Açıkçası bunu bir utanç, bir mahcubiyet gibi görürdüm. Çok enteresan bir eğitim tarzı. Bence bu da çok yanlışmış.

Neden?

Bu bir artıysa, kullan. “Evet, güzelim” de. Kendine güven… Çünkü günümüzde şekilcilik o kadar önemli ki. İş görüşmesine ya da röportaja cipimle gittiğimde bana başka türlü cevap veriyorlar, taksiyle ya da yürüyerek gittiğimde başka türlü davranıyorlar. Bunu davetlerde de görüyorum. İnanılmaz bir şey. Ve bu Türkiye’de var, yurtdışında yok. Yurtdışında insanlar seni olduğu gibi kabul ediyor, burada hayır. Ne taktın, ne giydin, ne sürdün, bunlarla daha çok ilgileniyor insanlar.

Güzelliğin bir yararını gördünüz mü?

Güzellik bana hiçbir zaman artı olarak dönmedi. Çok kadın kıskançlığı yaşadım. Erkek tacizi de vardır. Sözlü taciz de tacizdir. Slalom yaparak geçiyorsun aralarından, dirençli oluyorsun. Bu sektörde yetiştirdiğim insanlar oldu. En başında onlara sektörün gerçeğin anlatmaya çalıştım: “Bu böyledir. Buna dayanacak yüreğiniz varsa kalın yoksa şimdiden başka yol çizin kendinize” dedim. Çünkü her kadının bunu yaşadığını düşünüyorum.

Dirençli olmak için ne gerekiyor?

Ciddiye almamak lazım hiçbir şeyi. Yaptığın işi çok ciddiye almamak lazım. Hayatı ciddiye almamak lazım. Her yaşadığın olay sana bunu gösteriyor ama sen hâlâ her olaya ciddiyetle sarılıyorsun.

Güzelliğin başarıya gölge düşürdüğü de olmuyor mu?

Evet, ama bunları sorun etmemeyi öğrendim. Bu sektörde sadece güzelliğiyle var olmayı başarabilen insan da görmedim. Uzun süre kalmak için başka şeylere sahip olman lazım. Benim bu meslekte ne bir akrabam var, ne bir hamim var, ne çok yüksek yerlerde arkadaşlarım var. Bundan on yıl sonra, elli yaşında artık güzel bir kadın olmayacağım. Ama beynim fabrika gibi çalışıyor. Yaratıcıyım ve bunu kimse engelleyemez. Dolayısıyla hiç korkum yok.

Kırk yaşında olmayı planladığınız yerde misiniz?

Hiç planlamadım hayatımı. Tek öngördüğüm şey şuydu: İstanbul’da yaşayacağım, gazeteci olacağım, büyük bir gazetede çalışacağım.  Daha sonra kafam hep televizyon için çalıştı. Anlatıcı, gözlemci olma derdim vardı her zaman. Bir dönem mesela aile olmak benim için çok daha anlamlıydı. Hatta oğlum olduktan sonra kapasitemin yüzde onuyla filan çalışmaya başladım. Çünkü onu büyütmek benim için daha birincil olmuştu.

Şimdi ne istiyorsunuz?

Daha çok insana ulaşmak istiyorum. Mesaj iletme derdim var belki şu anda. Birtakım şeyler yaşadım, başka kadınların bunları yaşadıklarını fark ettim ve bunu bir belgesel çekerek paylaştım öncelikle. O belgeselin kitabı oldu, o kitap beni konferanslara taşıdı. O kadınlar sanki bir platform oluşturdu. Bu etkiyi yaratacak işler yapmak, insanlara dokunmak istiyorum.
İki milyon dolarım olsun kenarda, güzle kıyafetlerim olsun, arabam olsun demedim. Öyle hayallerim olmadı.

Hırs eksikliği mi bu?

Neye odaklandığın önemli. Konuşmak istediğim insanların hiçbiri bana hayır demiyor. Otuzla kırk yaş arası hayatımın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. Nasıl Tuluhan Tekelioğlu oluştu? Koşturmaca, çocuk büyütmece, aileye odaklanmaca, iş hayatı, sorunlar vesaire… Nasıl geçti hiç hatırlamıyorum. Kırk yaş insanı ciddi bir şekilde sarsıyor ve kendine geliyorsun. Dönüp baktığında diyorsun ki “A, ne güzel bir ismim oluşmuş ve o isim güven üzerine kurulu.” Hayatta beni en mutlu eden şey o. Bir gazeteci olarak kaypak olmamışım, bir duruşum olmuş.

Şu anda hangi proje üzerinde çalışıyorsunuz?

50’sinde 50 Erkek… Ellisindeki erkek hâlâ arayışta. Hiç bitmiyor. İçindeki çocuk hiçbir zaman ölmüyor. Bunun kendisiyle uzlaşma çağı olduğunu düşünüyorum. En azından içindeki fırtınaları artık seslendirebildiği yaş. Ondan önce kimseyle paylaşmıyor, içinde tutuyor.

Erkekler de o zaman mı hayatlarını değiştiriyor?

Evet, erkek ellisinde duvara vuruyor. Kadınlar bunu yapabilse aslında işte gerçek güç bu; içindeki çocuğu hep orada kılabilmek… Kadınlar öyle değil, çok çabuk büyüyorlar. Sanki ellisinde her şeyden ellerini eteklerini çekiyorlar. Oysa ellisindeki erkek otuzundaki bir kızla evlenebiliyor. Ali Taran yaptı işte. Adam kendisini yirmi beş yaşında görüyor. Hakkı olduğunu düşünüyor.

Siz kıskanmadınız mı kimseyi bu sektörde ya da kıskanıyor musunuz?

Kapasitesi olmadan bir yere gelmiş ve çok desteklenen insanlar var. Bakıyorsun onlara ve diyorsun ki; “Şans denilen şey bu ve herhalde onlardan yana.” Bu kıskanmak değil, uzaktan izleme.  Allah allah diyorsun. Neden sen desteklenmedin de onlar desteklendi? Senin neyin eksikti? Bunu sadece anlayamıyorsun. Bir de eşit ücret almadığım için erkekleri kıskanıyorum. Onlardan daha zekiyim pek çok konuda ama baktığım zaman hâlâ sırf erkek oldukları için bizden öndeler. Ama ben Türkiye’deki ilk istikrarlı freelance gazeteciyim. Beni herkes Sabah gazetesi yazarı olarak biliyor ama ben kadrolu değilim. Benim otoriteyle sorunum var ve bu müthiş bir özgürlük. Kimseye eyvallahım yok.

Otoriteyle ilgili takıldığınız şey ne? SAYFA-BOLUMU

Gazeteci olarak pek çok insanın hakkını korumaya yönelik işler yapıyorsun. Bütünüyle kendini buna adıyorsun. Aldığım eğitim de bu yönde. Biz Ankara Üniversitesi’nde çok değerli hocalar tarafından, çok idealist yetiştirildik. Ancak sektöre girdiğinde işin gerçek yüzünü görüyorsun. Sektör, patron sektörü. Kişiliğine uymayan birtakım sorunlar yaşıyorsun. Hayır diyemediğin zaman da kendini suçlu gibi görüyorsun ve sistemin içinde boyun eğen kişi olarak o çarkta takılı kalıyorsun.

O çarka takılı kalmak nasıl etkiliyor insanı?

O zaman yaratıcılığın ciddi anlamda zedeleniyor. Biz yaratıcı insanlar hassasızdır. Hayatta karşılaştığımız küçük şeyler bütünüyle bizi bloke edebilir. Ben kendimi korumak adına bu yolu seçtim. Gerçekten zedelendim ama bunları yaşadıkça da kabuklarımı oluşturdum. Sektöre ait olmayarak kendimi koruyorum ama aynı zamanda sektörün de içindeyim. Aidiyet duygumu törpüledim.

Bunun bedeli nedir?

Çok bedeli var. Hiçbir zaman bir klanın içinde değilsin, bir cemaatin adamı değilsin. Arkan kollanmıyor. Ben hiçbir görüşün içinde olmadım. Hiçbir politik cephede yer almadım. Hümanist ve feministim diyorum ve de gazetecinin mesafeli olması gerektiğini düşünüyorum. Günümüzde öyle değil ama.

40’ında 40 Kadın kitabından ve belgeselinden yola çıkarsak, kadınlara dair nasıl bir analiz yaptınız?

Çok kadın gözlemlediğim için ister istemez erkek de gözlemledim onların yanında. Şunu görüyorsun; kadınlar erkeklerden daha güçlüler ve aslında erkeklerin bizi ikincil olarak görmelerinin sebebi bu. Kadının ağrı eşiği çok yüksek. Doğurganlığı elindeki en büyük güç; ama kadındaki genetik kodlamadan dolayı mıdır nedir bilemiyorum, kendi ayaklarının üstünde duran bir kadın bile bir erkek tarafından korunmak, sakınmak istiyor.

Bu Türkiye’ye özgü bir durum mu?

Bence bu genel kadınların varoluşuyla ilgili bir şey. Bir araştırma okumuştum. Harvard Business School’u bitiren kadınların yüzde altmışı -ki çok zor bir okuldur- çocuk doğurduktan sonra işi bırakıp, eve kapanmış, çocuk bakmış. Bu çok tuhaf bir şey. Dolayısıyla şunu gördüm; kadınlar güçlüler ama kendilerini tanımaktan çekiniyorlar. İçlerindeki gücü ortaya çıkarmaktan korkuyorlar. Kendilerinden korkuyorlar. Kadının kendisiyle yüzleşmeye başladığı yaş kırk.

Kırk yaşında ne değişiyor?

Kırkına kadar kadın kendisinden ne isteniyorsa onu yapıyor ama ne zamanki aynada o kırışıklıkları görüyor; çocuklar evden uzaklaşmaya başlıyor; kocası başka işlerin peşine düşüp gidiyor, kadın yalnızlaştığı zaman kendisini düşünmeye başlıyor. Bu ciddi bir eşik. Her kadın kırkında o farkındalığa ulaşıyor. Bazıları hayatını yeniden kuramıyor, suyun aktığı gibi yola devam ediyor. Aynen büyükannesinin yaptığı gibi… Bazıları da o cesareti buluyor ve hayatını değiştiriyor. Kendisi değiştiği anda etrafındaki her şey değişiyor. Ben bunu gözlemledim.

Erkekler baş edebiliyor mu bu kadar güçlü kadınla?

Bazıları kaldıramıyor, bazıları da mutlu oluyor aslında. O kadar hoş ki. Bir tanesi şöyle dedi; “Etrafımdaki her şeyi değiştiriyorum ama kocamı değiştirmeyi düşünmedim bile. Çünkü o bütün değişimimde yanımdaydı ve beni destekledi.” Erkek desteklediği zaman ikisi birlikte yol alıyor.

Kadının toplumdaki yerini geliştirmek mümkün mü peki? Cinayetleri nasıl engelleyebiliriz?

Çok basit aslında. Kadın sırtını erkeğine yaslıyor. Bütün mesele bu. Kadın toplumda atalet içinde. Başından itibaren gücünü gösterse bunlara maruz kalmaz. Ağır cezalar gerek artık. Yargının da bunu görmesi gerekiyor. Müebbet hapis verirsen bu adamlara, bunun yolu kesilir. Sincan Kapalı Cezaevi’ne girip kocasını öldüren kadınlarla röportaj yapmıştım. Kadınlar erkeklerden daha fazla yatıyorlar. Adam kadını öldürüyor, içeri giriyor. Kadın aynı şekilde adamı öldürünce daha fazla ceza yiyor. Kadın bütün öfkesini kocasından o mermilerle boşaltıyor. Mermi kalmıyor. Her mermi cezayı beş yıl artırıyor. Ama erkek iki kurşunla öldürüyor. O canileri yetiştiren de kadınlar bu arada. Kadınların kendilerine dönüp bakması lazım. Erkekler paşa değil, padişah değil, prens değil. Bırakın artık!

Ya sizin değişiminiz?

O yüce yürekli, cesur kadınları gördükten sonra, “Ben niye onlar gibi olamadım” diye düşündüm. Bazıları ilkokul mezunu bile değil, öyle büyük değişiklikler yapmışlar ki hayatlarında. Sonunda bütün bu kadınlardan cesaret alıp ben de hayatımda birtakım değişiklikler yaptım.

Boşanma kararı da bu cesaretin bir parçası mı?

Bu son bir haykırıştı kocama. Ondan önce de bir kitap yazmıştım, Her Şeye Rağmen İkimiz diye. O ilk haykırıştı. O kitabı okumadı bile. Zaten röportajları da okumuyordu. Sonra 40’ında 40 Kadın’ı yaptım. Bütün o insanları gösterdim ona ama olmadı. Sonunda artık bu kadar yeter diye ben de kararımı aldım.

Ne değişti hayatınızda?

Bu da bir bedel ödemek. Çünkü kendine tanımladığın ve onunla var olduğunu düşündüğün aileni sen dağıtmış oluyorsun aslında. Ben aile odaklı bir kadınım. Aile deyince bütün sular durur. Şimdi bakıyorum, yalnızım. Aileyi kurtarma hevesiyle uzun süre çabaladım ama baktım ki bu benim çabamla olmuyor ve gittikçe ben zarar görüyorum. Bir evlilik içinde yalnızlığı mı tercih edersin, yoksa yalnız olarak mutlu olmayı mı? Dedim ki bu iş böyle olmuyor, biz ayrı ayrı aile olabiliriz. Arkadaşlarımla da bir aileyim. Çocuğum, annem… Daha büyük aileler yaratarak başka bir aile ortamı sunuyorum oğluma. O da buna alıştı. Biz bu evde mutluyuz.

14 sene bir erkekle beraber olup, sonra yalnız kalınca insan nasıl hissediyor?

Çok enteresan oluyor. Eve taşındığım an matkap alma gereği duydum. Matkap, çivi… (Kahkahalar) Erkek o işe yarıyor işte. Bu evi kendim yaptım. Bembeyaz yaptım her yeri. Ruhum beyaz istiyor artık. Kimseye hesap vermek istemiyorum, kimseden hesap duymak istemiyorum, kimsenin yönlendirmesine izin vermek istemiyorum.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/tuluhanin-yolu/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/tuluhanin-yolu/" data-text="Tuluhan’ın Yolu" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/tuluhanin-yolu/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>Kendi planlarına göre astronot, babasına göre bilgisayar mühendisi olacaktı.<br /> İkisinin de yakınından bile geçmedi. <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg"><img loading="lazy" decoding="async" class="alignright size-full wp-image-3426" title="berinfacebook" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg" alt="" width="180" height="240" /></a></p> <p>Önce azıcık İspanyol Dili ve Edebiyatı okudu, sonra soluğu Mimar Sinan’da aldı, seramik okudu. O aralar yazmaktan ve okumaktan anladığı çıktı ortaya. Üniversiteyle birlikte çeşitli dergilere çeviri, derleme, editörlük derken önce Discovery Channel, ardından <em>National Geographic</em> dergisinde çalıştı. Sonra soluğu <em>Marie Claire</em>’de aldı. Orada da yazdı, çizdi, bol bol röportaj yaptı, sanat yönetmenliği ve moda editörlüğüne girişti.</p> <p>Bugünlerde serbest gazetecilik yapıyor, bir internet portalını idare ediyor ve ucundan kıyısından sanat yönetmenliğine devam ediyor.</p> <p>&nbsp;</p> <p>berin.yavuzlar@gmail.com</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This