Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için konuştu

“Yirmi yıllık meslek hayatında birçok başarılı işe imza attı…” diye başlayan klişe tanımlamanın hakkını sonuna kadar veren, gazeteci /anchorwoman Ahu Özyurt; CNN Türk ve Milliyet gazetesinin Washington muhabiriyken görkemli bir şekilde transfer edildiği TV kanalından çıkarılmasıyla birlikte hayatında bir ilki yaşamış oldu. Bugüne dek hakkında söylenen her şeye kulaklarını tıkayan Özyurt ilk kez konuşuyor ve Yiğit Bulut’la aralarındaki sorundan Aydın Doğan’ın kendisine tepkisine, Mehmet Ali Birand’ın ekran kriterlerinden medya dünyasının geldiği son noktaya, tüm samimiyetiyle içini döküyor.

Çengelköy, Çınaraltı Kahvesi’nde deniz kenarındaki masalardan birinde oturuyoruz yağmura inat. Mavi kayak montu, beyaz saç bandı, makyajsız yüzü ve elinden bırakmadığı sütlü kahvesiyle başka bir Ahu Özyurt var karşımda. Onu döpiyesle program sunarken görmeye öyle alışmışım ki / alışmışız ki, bir an bocalıyorum. Şüphesiz son beş ay içersinde o da biraz bocalamış, belki tökezlemiş kimselere belli etmeden, düşecek gibi olmuş ama sonra yine dimdik ayağa kalkmış. Özyurt’un ruhu, yirmi yıllık başarılı meslek hayatında kendi deyişiyle ilk kez kapı önüne konulmaktan hafif sıyrıklarla kurtulmuş. Bugün sadece ileriye bakıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı işletme eğitimi; Columbia Üniversitesi’ndeki gazetecilik mastırı; ekonomi ve haber alanlarında aldığı birçok ödül; seçim döneminde bizzat gönüllü olarak çalışıp yakından takip ettiği Obama’yı anlattığı Bir Kusursuz Fırtına: Obama kitabı; ATV, Show TV, NTV, CNBC-e, CNN Türk, Habertürk ve Bloomberg TV’deki başarılı çalışmaları… Bunların hepsini geride bırakıyor. Gazeteport’ta yazarak ve her daim dünyayı takip ederek hayatına devam ederken ne ruhundan ne de duruşundan ödün veriyor. O, Leonard Cohen’in şarkısındaki Bird on the Wire, yani teldeki kuş. Kendi yolundan giderek her zaman özgür olmaya çalışan ve hep daha fazlasını isteyen bir kadın. Sadece bu bile onu merak etmeye yeter.

Ekrana çıktığınız ilk günü hatırlıyor musunuz? Nasıl bir histi?
Muhabir olarak ilk çıktığımda çok korkuyordum. (Elinde mikrofon tutar gibi yapıp, titreyerek kendi taklidini yapıyor) Ana haberlere bağlanıyoruz, 45 saniyede her şeyi anlatman lazım, karşında Gülgün Feyman var. Öldüm heyecandan. Hâlâ da başlangıçta insan şöyle bir ah oluyor ama sunucu koltuğunda oturmak acayip bir şey.

Nasıl bir his o koltukta oturmak?
Hem yalnızsın hem güçlü. İnsana hem iyi geliyor hem de bir yandan “Yanlış bir şey söyleyeceğim, bir şey olacak, hata yapar mıyım acaba, eyvah birisini incitir miyim?” diye düşünüyorsunuz. Kafayı çok hızlı çalıştırmayı öğreniyorsunuz. Özellikle üçer altışar saatlik canlı yayınları götürmek için kafaca antrenmanlı olman lazım, top atmayı bilmek ya da konuğu kibarca susturmak lazım ama çok keyiflidir.

O gün çok mutsuzsanız ya da hastaysanız nasıl olur?
Oraya oturduğunuz anda biter o. Birazcık tiyatrocunun sahneye çıkması gibi bir şey. Kulağında yönetmenin sesini duyduğun anda bambaşka bir evrene doğru gidiyorsun. Haber merkezindeki gürültüyü de duyarsın ama o an her şey biter; hastalığın da biter, sorunların, hepsi biter. Tek engel öksürmektir. Ateşli ateşli çıkarsın, şakır şakır yayın yapılır. Yayın bittiğinde adrenalinden ateşin düşmüştür, hızlıca iyileşirsin.

İzleyici sunucudan ne bekler?
TV izleyicisi hem hoşgörülüdür hem de çok dikkatli. Hata yapıyorsan affeder ama yalan söylüyorsan ya da rol yapıyorsan onu çok iyi anlar. Bir kelimeyi yanlış söylemişsinidir, heyecanlı bir muhabirsindir adamın adını unutmuşsundur bunları izleyici tolere eder. Ama spiker ekranda oturup kaş göz işaretleriyle bir şeyler yaparsa, bugün böyle söyleyip ertesi gün başka bir tavır koyarsa bunun notu reytinglerde görülür. Çünkü izleyici seni evine misafir ediyor. Bir kere dinler, bakar, sevmezse seni bir daha çağırmaz.

“Bizler aktarıcıyız, hikâye anlatan karakterleriz.

Kendimizi hikâyenin içine sokmamız

ya da onu kurcalamamız,

bir insanın travmasını eğip bükmemiz gerekmiyor.”

Samimi ve sıcak olurken bir yandan da mesafeyi koruyabilmek zor olmalı. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Kendi evimizde yapmayacağımız şeyleri yapmamalıyız ya da misafir olduğumuz evde söylenmeyecek sözleri söylememeliyiz ekranın önünde. Abartılı jestler, kahkahalar bana göre doğru değil. Korkunç bir travmadan bahsedildiğinde konuğun derdini anlarsın ama bunu abartırsan izleyici rol yaptığını görür. Bizler aktarıcıyız, hikâye anlatan karakterleriz. Kendimizi hikâyenin içine sokmamız ya da onu kurcalamamız, bir insanın travmasını eğip bükmemiz gerekmiyor. Konuşturabilmek önemlidir ama bazen sustuğumuz zaman daha etkili olur. Münevver Karabulut’un babası geldiğinde soru sormaktansa onu dinlemek, kafasındakileri boşaltmasını sağlamak çok daha doğru bir şey.

Duygusal olarak çok kaptırdığınız anlar oldu mu?
Münevver’in babasıyla yaptığım yayın benim için çok heyecan vericiydi. Oğlan yakalandığında sabahın altı buçuğunda yayına gelip çok büyük şeref vermişti. Kırılganlığı, çektiği acı, feryadı çok başkaydı… Ayrıca Marmara Depremi’nde çok uzun süre Gölcük’te kaldım. Orada gördüğüm hayatlar, insanların mücadelesi, kurtulan olmaz dediğimiz binadan taşları yararak bir gencin burnu kanamadan çıkıvermesi. Onlar silinmiyor kafamdan. Ya da Abdullah Öcalan’ın peşinden Roma’ya gittiğimizde o gösterinin içinde dayak yememiz… Kolay silinmiyor ama mesleğin güzel tarafları da bunlar, tarih yaşıyorsunuz.

Tüm bu tecrübeler özel hayatınızı etkilemiyor mu?
İnsanı daha hassas yapıyor ama kendine karşı da katı yapıyor. Kendinle ilgili daha zor karar alıyorsun. Kendinle ilgili yargıda bulunman zorlaşıyor.

Duygularınızı belli etmek zorlaşıyor mu?
Eskiden öyleydi, televizyon çok kontrol gerektiren bir şey; ama artık galiba biraz yaşlandım, saklamıyorum duygularımı.

Otuzdan sonra insan sakinleşiyor sanki değil mi?
Şimdi biraz daha köşeli bakıyorum hayata. Bir noktada da hayatında istemediğin şeyleri ayırt etmeyi öğreniyorsun. “Azla da yaşarım, şurada da yaşarım ama bunları bunları hayatıma sokmamaya söz veriyorum” diyorsunuz. Zor bir karar ama rahatlatan da bir karar aynı zamanda.

Amerika’da hayat nasıldı?
Bir göz odada yaşayabileceğimi Amerika’da öğrendim. Kısmi bir hapis halinde aslında… Evet, dünyanın merkezindesin ama hepi topu bir odanın içindesin ve bütün gazeteciliğini oradan yapıyorsun. Ana dilinin konuşulmadığı bir ülkedesin ve internetten Türk radyolarını dinliyorsun. Bu insana azla yaşayabilmeyi öğretiyor, biraz da yabanileştiriyor.

Nasıl bir ofiste çalışıyordunuz?
Diğer arkadaşların başka sistemleri olabilir ama benim Home office’im vardı. Bir oda, bir salon dairede yaşıyordum, odayı ofis haline getirmiştim. Altı buçukta ararlardı, güne başlıyordum gazete erken basıldığı için. Bir iki telefon görüşmesi, toplantılar, brifingler. Dörde kadar. Günün kalan tarafı tamamen senin. Gece Türkiye’nin uyandığı saatlerde tekrar çalışmaya başlıyorsun. Onun kendince bir ritmi var. Haber merkezinde insanlarla konuşarak çalışmaya alışınca, tek başına çalışırken her gördüğünün arkasında komplo arıyorsun, her okuduğunu sert bir şekilde yorumluyorsun. Kimseye soramamak, bu hakikaten böyle miydi diye danışamamak insanı yıpratıyor.

“Çok kafayı sıyırdı demeyecek olsalar

Matrix filmindeki gibi

kirli bir plan var ve herkes bunun

çevresinde dans ediyor diyeceğim.”

Röportaj sırasında insanlara ulaşmak, onları anlamak adına kadın olmanın avantajını yaşadınız mı?
Beden dilinle, yaklaşımınla da ilgili bir şey bu. İnsanlar beni ses tonumdan tanıyorlar artık. “Bu bana yamuk yapmaz, yazma dediğimi yazmaz, benim adıma hesap sorar” diye düşünüyorlar. Eski Vali Güler’le İstanbul’u kar bastığında çok sert olmayan bir şekilde tartışmıştık. Millet hâlâ onu hatırlıyor. Aydın Bey’e (Doğan) beni şikâyet de etmiş, onu da öğrendim. Elektrikler kesik, çocuklar yollarda, servisler mahvoldu. Şimdiki gibi bağırış çağırış yapmadan, kibarca hesap sordum. Bu, bu kadar zor mu, niye yapmıyorsunuz diye sordum.

Hesap soran kimse kaldı mı acaba?
Artık kimse hesap sormuyor da vermiyor da. Temel gazetecilik işleri bunlar. Ajansa bir şey düşüyor, orada üç tane isim var. Üçünün de telefonu var. Açın, sorun; “Bu mudur, bu mudur, şu dosyada adınız geçiyor, siz misiniz, değil misiniz, o tarihte orada mıydınız? Artık kimse sormuyor bunları.

Neden?
Basının bana göre toplumsal, yapısal ve sahipsel değişiminden. İkincisi iletişim okuyan arkadaşlar bu işin maalesef masa başından yapılabileceğini sanıyorlar. Orada gördükleri her şeyin gerçek ve doğru olduğunu zannediyorlar. Oysa yüzde altmışı doğruysa kırkı yalan. Şimdi PKK itirafları yapanlar on beş sene önce bize yine anlatırlardı. Bunlar yine aynı kişiler. Hadi gidelim göster bize o adamı dediğimizde hiçbiri yapmadı. Şimdi masal anlatır gibi televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden uydur uydur yaz. İşin kötüsü doğruyla yalanı ayırt edemiyorsun.

Ve bu durum otomatikman toplumu etkiliyor.
Çok kafayı sıyırdı demeyecek olsalar Matrix filmindeki gibi kirli bir plan var ve herkes bunun çevresinde dans ediyor diyeceğim. Herkes bu çarka uymak zorunda hissediyor kendini. Bu güç herkesi birbirine benzetmeye çalışıyor. Gazeteler aynı şekilde çıksın, televizyonlar da aynı şekilde yayın yapsın, internet de onlara benzesin. Benzemesin kardeşim! Allah bizi böyle mi yaratmış? Dünyanın hiçbir yerinde bu böyle değil.

“Oktay Ekşi’nin gidişi Hürriyet için önemli bir manevra

ama bu sadece bir istifa değil.”

Oktay Ekşi’nin istifasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Oktay Bey’in yazdığı ifadeyi ben onun gibi bir beyefendiye yakıştıramadım ama basınımızda onun yazdıklarından çok daha ağır ifadeler kullanan yazarlar var; Sabah’ta, Vakit’te… Ekşi’nin gidişi Hürriyet için önemli bir manevra ama bu sadece bir istifa değil.

“İnsan mesleğinde yirmi yıl sonra

kapı önüne konabiliyormuş.”

Bloomberg’ten çıkarılmanızın hayata bakışınızla ilgisi var mı?
Kaderde bu da varmış. İnsan mesleğinde 20 yıl sonra kapı önüne konabiliyormuş. (Gülerek) Bekir ağabeyin (Coşkun) başına geliyorsa benim başıma haydi haydi gelir. Yaşayacağım ama!

Arada neler yaptınız?
CHP Kurultayı’nın yapıldığı cuma günü işten atıldım. Mayıs’ın 22’si. Beş ay olmuş… Bu süreçte Kemal Bey’in (Kılıçdaroğlu) peşinde çok gezdim, tatil yaptım bir süre, yurtdışına gittim. İşin memuriyetini yapmadım ama çalıştım. Şimdi Gazeteport’a yazmak çok keyifli.

Cnn Türk’ten ayrıldığınıza pişman oldunuz mu?
Pişmanlık değil de, kurum için daha çok değerim olduğunu düşünüyorum. Otur oturduğun yerde diyen bir ihtar telefonu, Ufuk Ağabey’den alıştığım gibi küfürle; “Kırarım bacağını, kımıldama bir yere” şeklinde bir ifade bekliyordum. Bu şekilde değil ama çok daha kibar bir şekilde aylar sonra Kıbrıs’ta Aydın Bey’le (Doğan) konuştuk. “Sen benden izin almadan ne yapıyorsun?” dedi ama müdahale etmedi tabii. Benim için hâlâ Doğan grubunun yeri ayrıdır. Günün birinde yine dönüp orada çalışmak isterim Milliyet gibi bir gazetede yazmak isterim ya da Radikal’in yeni halinde.

O dönem hayatınızı değiştirmek mi istemiştiniz?
Ben Amerika’da bir sene daha kalırdım ama biraz daha iyi şartlarda kalmak istiyordum ve mümkünse de haftada bir köşe yazmak istiyordum. Bunu teklif ettiğimde yöneticilerden pek ses seda çıkmadı ama o dönem vergi cezasının olduğu dönemdi ve yöneticilerin hepsi bir tarafa dağılmış, panik içindeydi. Sonra bana Aydın Bey’in söylediği; “Seni Amerika’ya ben gönderdim. Benimle muhataptın. İstifa edecektiysen de bunu bana söylemeliydin.” Doğru. Doğan grubunun kuralları böyledir. Ben CNN’deki yöneticilerime ulaşmak için çığlık attım ama duymadılar. Ama Doğan’ın kuralları gereği Aydın Bey’e kadar atabilirsin çığlığını ve duyar. Benim hatam o oldu. Yine de memleketime döndüğüm için mutluyum. Bir sene daha yaşayamazmışım. Grubun üstündeki baskı da oradaki işlerimize çok yansımaya başlamıştı.

Nasıl yansıyordu?
ABD, hükümetle Doğan grubu arasında taraf olmak istemiyordu, bizlere mülakat verilmiyordu. İnsanlar konuşmuyordu. Gazetecilik yapmak zor hale gelmişti. Tarihi açıdan da burada açılımın başladığı dönemdi. Hükümet yeni bir şeyler yapıyordu ve onu görmek için burada olmayı istiyordum.

Var olan düzeninizi değiştirmek zor gelmedi mi?
O benim için kolay bir şey. Ben bir kere Arzuhan Hanım’a (Doğan-Yalçındağ) “Beni Şangay’a tayin etsenize” demiştim de “Ay ne dalga geçiyorsun sen benimle!” demişti. Bizim mesleğin güzelliği bu. Dünyanın her yerinde çalışıp yaşayabilme lüksümüz var.

Sizin bütün derdiniz işinizi yapmak değil mi?
Çok severek yaptığım bir iş. Bu yaz yaşadıklarımı düşününce “Ben ne manyakmışım, niye yaptım ki!” diyorum. Yirmi yılın sonunda insanlara evler arabalar alınırken sen kapı dışarıya konuyorsan, bu kadar iyi ve donanımlı olmana rağmen bu işi yapmanın manası yokmuş demek ki. Kendimi mutlu ederek yaptım, yine de mutlu ediyorum ama bu ülkede karşılığı olmadığını bilmek…

Sizde yanlış olan neydi bunu düşündünüz mü?
Kendi cephemden baktığımda; kurulu düzenimi bozarken bazı insanlara güvenmiştim. Kendileriyle çalışmadığım halde güvenilir olduklarını duymuştum… Yiğit Bulut değil, daha yukarıdaki insanlardan bahsediyorum. Bu kadar acele etmeyebilirdim. O insanlara güvenip gelmemek belki daha doğru olurdu. O onu söyledi, bu bunu, gerek yok. Öyle oldu, yürümeye devam! Böylelikle kiminle iş yapamayacağını daha iyi anlıyorsun. Yirmi yıllık dostum dediğin insanların bir kere bile telefonunu çaldırmadığı devirde her şeyi daha iyi anlıyorsun.

“Yiğit Bulut, bilmediği bir suda

Olimpiyat yüzücüsü zannediyor kendini.”

Yiğit Bulut’la tartıştığınız doğru mu?
Yiğit bana küfretti on kişinin önünde. Ben de bunun üzerine Kenan Bey’le (Tekdağ) görüştüm, o  devreye girdi. Mesele o tartışma değildi. Onun üzerine ben üç ay daha çalıştım Habertürk’te. Gazetecilik böyledir, kavga kültürü içinde yetiştim ben. Editörlerimizle de şeflerimizle de haber için kavga ederiz. Yiğit Bulut’un anlayamadığı bunun kendisine karşı şahsi bir tavır olmadığı. Gazeteci olmadığı için gazetecilerin kavga ede ede haber yaptığını, haber merkezlerinin açık tartışma ortamı olduğunu bilmez. Kimin benden deneyimli olduğunu ya da benim Amerikan meselesini kimden daha iyi bildiğimi bilmez. Ortak akıl böyle oluşur. Biz böyle büyüdük, bütün haber merkezleri böyle çalışır. Bazı yerler istisna demek ki.

Mevzular kişisel alındı mı çok daha büyüyor değil mi?
Bu biraz insanların kişiliğiyle alakalı. Ben bu piyasadaki birçok ünlü isimle çalıştım, haber için kavga ettim. Bu işin doğasında var. Biz ameliyat masasındaki cerrahlar gibiyiz; doğru yere neşteri vurursan hasta iyileşir, yoksa darmadağın olur. “Ben böyle istiyorum, oradan değil de buradan keseceğim” demek bu meslekte yapılacak bir şey değil. Yiğit Bulut’un hatası burada. Bilmediği bir suda Olimpiyat yüzücüsü zannediyor kendini. Hepimize çeşitli olanaklar sağlanıyor belli noktada ama kendini bilmek diye bir şey var bu meslekte. Yiğit’in gelmediği gün olurdu, haber merkezindeki arkadaşlarla yine tartışarak gayet güzel çalışırdık. Kimse de gocunmazdı. Ben böyle bir muameleyle çalışan bir haber merkezi hayatımda görmedim.

Bloomberg’te ne oldu peki?
Bloomberg’te hayatımdan çok memnundum. Didem Hanım’ın (Ciner) ricasıyla geçmiştim zaten. Çok da keyifli bir ekip oluşturduk, yarısı CNBC-E’den arkadaşlarımdı. Bir sabah çağırdılar, “Seni istemiyoruz” dediler. Daha yukarıdan alınmış bir karardı.

“Her kanalın ekranda görmek istediği insan tipi bellidir.

Doğuş grubuna gidersin, herkes

ya Burcu Esmersoy’a ya da Banu Güven’e benzemek zorundadır.”

Kadın olmak fark yaratıyor mu bu noktada?
Muhtemelen yaratıyor. Artık medyada kadınlara biçilen belli roller var. Hatta faşizan bir şekilde saç rengine kadar baskı uygulayan gruplar var.

Ne gibi baskılar uygulanıyor?
Bu her kanal için ayrı ama hepsinde var. İnsanlara biçilen üniforma belli. Ekranda görmek istedikleri insan tipi belli. Doğuş grubuna gidersin orada da başka bir şey var. Herkes ya Burcu Esmersoy’a ya da Banu Güven’e benzemek zorundadır. Prototip hayatlar var orada. Onun için Çiğdem Anad gibi bir insan haftada bir kere program yapabiliyor. Onun dışında ekranlar erkeklerin parseli altında. Tartışma programlarını onlar yönetiyor, ana haberleri onlar sunuyor, sabah kalkıyorsunuz onlar, akşam yatıyorsunuz onlar. Bu ülkenin yarısı konuşamıyor televizyon ekranlarında.

Kadınlar ciddiye alınmazlar gibi mi geliyor?
Alınmazlar değil, alınmasınlar isteniyor. Onun için işte dört kadın, beş kadın bir arada program yapılıyor kahve sohbeti gibi. Bunlar ne konuşur? Kadını konuşur. Cazgır gazeteciler illa erkek mi olmalı? Bu ülkede yazıp çizen bir yığın insan ekranın kenarından bile geçemiyor. Bugün medyada kadına biçilen rol bu; rahat olacaksınız, güzel ve hafif işler yapacaksınız, az miktarda siyasetten bahsedeceksiniz. Röportaj yapacak, ana haber mümkünse sunmayacaksınız çünkü ana haber saygınlık ve güven gerektirir. O misyonu da kadınlara vermemek gerek. Kısacası bu dönem ağırlığı olan, siyaseti bilen kadın istenmiyor ekranda. Bu biraz siyasi iradeyle de bağlantılı.

On yıl önce nasıldı bu durum?
Böyle bir kaygımız yoktu. Çatır çatır istediğimiz her şeyi sorardık. Şimdi bakıyorsunuz ekrandaki arkadaşların pek çoğu yirmilerinde ve 80 öncesini bilmedikleri gibi 90 öncesini de bilmeyenler var. Şu anda yaşadığımız birçok şeyin kökeni 93-96 Doğruyol-ANAP koalisyonuna uzanıyor. O sıralarda bebek olan insanlar şu an ekranda. Bu arkadaşların siyasi soru sormasına imkân yok. Bilmiyorlar.

Çok çalışsalar becerebilirler mi?
Çalışmakla olmaz o. Yaşamadıysanız bazı şeyleri bilmezsiniz. Bu ülkede DEP’lilerin Meclis’te milletvekili iken toplanarak alındıklarını gören muhabirler; Gürkan Zengin, ben, rahmetli Hande Mumcu, Çiğdem Anad… Bu ekipten kimse şu an ekranda değil. Kürt meselesinin o dönemden beri içinde olduğu değişimi anlatabilecek birçok insanın ekranda sesi yok. Hanefi Avcı örneğin… Geçmiş dönemden onu bilmeyen arkadaşlar sadece kitabı okuyarak ya kitap hakkında yazılan köşe yazılarına dayanarak atıp tutuyorlar. Hanefi Avcı’nın Mehmet Eymür’le aralarındaki neredeyse yirmi beş yıllık kan davasını bilmezseniz yapamazsınız. MİT’le emniyet arasındaki, askerle emniyet arasındaki mücadele yeni bir şey değil, otuz senelik bir mücadele. Daha gerisi de var. Bunları biz biliriz, bürokratlar bilir ama ekrandaki güzel arkadaşlarımız göremez.

Bu kadar şey düşünürken Gazeteport’ta sesinizi duyurmak yeterli oluyor mu sizin için?
Şikâyetçi değilim. Daha başka şeyler de yapmak istiyorum ama televizyonların geldiği durumu düşününce çok da kolay olmayacağını biliyorum.

TRT Haber’den teklif geldiği doğru mu?
Onlar beni hiç çağırmadı. İdeolojik olarak bana teklifte bulunmaları da mümkün değil. Yazık ki o haber de ters tepti. Arkadaşımı ziyarete gitmiştim, bir arkadaş beni o binada gördü ve Medyatava’ya yazdı. Gelecek olan teklifler de ondan sonra gelmedi.

CNN Türk’e dönmek mümkün mü?
Ben isterim ama herhangi bir şekilde yapabileceğimi, beni çağıracaklarını sanmıyorum. Bir kere denedim çünkü. Mehmet Ali Birand’ın da çok istekli olacağını sanmıyorum. Mehmet Ali Birand’ın belli ekran kriterleri vardır. Ben onlara pek uymam. Yirmi yıldan beri benim ne saçımı beğenir, ne tipimi. Ekranda görmekten hoşlanmaz. Ona rağmen ekrana çıktım. Mehmet Ali Birand’ın kriterleri arasında bunun olması insanı üzüyor. Bu piyasaya Tuluğhan Tekelioğlu, Banu Acun, Çiğdem Anad gibi isimleri kazandıran birinin belirleyici kriterinin görüntü olması yaralayıcı bir şey.

Copyright 2010 © KURALDIŞI DERGİ

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/erkek-medyanin-kadin-neferi-ahu-ozyurt/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/erkek-medyanin-kadin-neferi-ahu-ozyurt/" data-text="Erkek Medyanın Kadın Neferi Ahu Özyurt" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/erkek-medyanin-kadin-neferi-ahu-ozyurt/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>Kendi planlarına göre astronot, babasına göre bilgisayar mühendisi olacaktı.<br /> İkisinin de yakınından bile geçmedi. <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg"><img loading="lazy" decoding="async" class="alignright size-full wp-image-3426" title="berinfacebook" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg" alt="" width="180" height="240" /></a></p> <p>Önce azıcık İspanyol Dili ve Edebiyatı okudu, sonra soluğu Mimar Sinan’da aldı, seramik okudu. O aralar yazmaktan ve okumaktan anladığı çıktı ortaya. Üniversiteyle birlikte çeşitli dergilere çeviri, derleme, editörlük derken önce Discovery Channel, ardından <em>National Geographic</em> dergisinde çalıştı. Sonra soluğu <em>Marie Claire</em>’de aldı. Orada da yazdı, çizdi, bol bol röportaj yaptı, sanat yönetmenliği ve moda editörlüğüne girişti.</p> <p>Bugünlerde serbest gazetecilik yapıyor, bir internet portalını idare ediyor ve ucundan kıyısından sanat yönetmenliğine devam ediyor.</p> <p>&nbsp;</p> <p>berin.yavuzlar@gmail.com</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This