Selen Servi Kuraldışı Dergi için konuştu

Müziğin ustası… Usta bir müzisyen Vedat Sakman.

Bu ülkenin ozanlarından, kentli müziğin mütevazı sanatçısı… Cezayir Çıkmazı’nda bir müzik kulübünün de sahibi yıllardır. Mekânının da kendisinin de, müzik yapma arzusu ve iştahında olanlara kapısı sonuna kadar açık.

En önem verdiği şey, bu işi yapan kişinin işine ve dinleyicisine saygılı olması… Ben onun karşısında şarkı söylerken her seferinde çok heyecanlanıyorum. Bu kez müzik yapmadık. Bu ülkede müzik yapmak üzerine konuştuk.

Müzikle yaşamayı müzikte yaşamayı nasıl tarif edersiniz?

Aksi olmazdı diye düşünüyorum. Herhalde çok zor yaşardım ya da yaşayamazdım ya da şu anda bulunduğum yaşta, daha yaşlanmış olurdum. Müziğin, müzikle uğraşmanın büyük şans olduğunu, dinlemenin de dinlemeyi bilmenin de büyük şans olduğunu keşfetmiş bir insanım. En azından dinlemeyi bildiğimi iddia edebilirim. Yapmayı biliyoruz demek, olacak bir şey değil de… (gülerek)

Siz diyebilirsiniz…

Yok diyemeyiz, biz de diyemeyiz canım. Yani çok sonsuz, dipsiz de bir kuyu. İllüzyon, tam da adını koyamadığımız bir illüzyon. Bütün insanlar için, estetik, yaşamı anlamlı kılan bir “şey” o. Sanat dallarından biri tabii, diğerlerini bir kenara atmıyoruz. Bütün bu sanat dalları birlikte, aynı yere hizmet ediyorlar zaten. Yöntemler farklı sadece. Tabii müzik çok dominant…  Diğer sanat dallarını da çok besliyor. Arkadaşlarımız da var, mesela ressamlar en iyi resimleri müzik dinleyerek yapıyorlar. Şair arkadaşlarım en iyi şiirlerini müzik dinleyerek yazıyorlar. Bunları da söylüyorlar zaten. Kabul de ediyorlar müziğin dominantlığını. Ama bir o kadar da suiistimale açık. O konuya da geliriz. (gülerek)

Müzik hayatın “sound track” i gibi diyorum ben bazen… Sürekli hayata eşlik ediyor, değil mi?

Hayata eşlik ediyor, bu çok güzel bir tespit. Yaşamın her dalında her alanında, çalışırken, gezerken, eğlenirken… Belki de o yüzden çok belirgin. Medeniyetle de ilintili tabii. Entelektüel boyutu yüksek ve medeni insanların müzikle ilişkileri daha sıkı fıkı, daha renkli müzikleri dinliyorlar. Onları anlamaya çalışıyorlar ve yaşamlarına kalite katıyorlar. Bu boyutu da eğitimle ilintili… Daha eğitimsiz toplumlarda müziğin de kısırlaştığını görüyoruz.

Seçicilik mi kayboluyor?

Oluşmuyor ki kaybolsun. Çünkü eğitimle beraber gitmesi gereken bir kademe… Müziğin artık bilimi yapılmış. On sekizinci yüzyılda on iki tane nota ve onun içindeki doğuşkanları ile bir illüzyon o. Dünyada bir klasik müzik bir de caz müziği diye iki otorite müzik oluşmuş. Şunu diyebiliyoruz biz müzisyen olarak: Klasik armoni bilmeden müzik yapılmaz. Davul bile çalsa insan klasik armoni bilmesi gerekiyor. O zaman eğitim giriyor işin içine. Müzisyenleri, klasik müzikçileri zorlayan da hep burjuva ve saraylarda destek görmeleri… Halbuki onlar hep halk içinde olmak istemiş. Halkla hep aralarında kopukluk olmuş. Çok paraya pula da önem vermeyen insanlar. Hayatları çok sefaletle geçmiş. Dramatik, trajik… Bu tabii şimdi de süregeliyor dünyada. Senin dediğin gibi, müzik her yerde olduğu için,  o günün gündemi neyse onu duymak istiyor. Haberleri dinler gibi, “bugün ne oldu onu dinleyeyim” der gibi, müzik dinliyor. Haber nasıl eskiyorsa, bir gün sonra müzik eskiyor tabii.

“Seçkin müzik” eşittir “mesafe” eşittir “daha az para” olabilir mi Vedat Ağabey?

Tabii ki, tabii ki… Çok alıcısı, az alıcısı olması meselesi… Butik hale geliyor. Alıcısı azalıyor…

Butik işler daha pahalı değil midir başka sektörlerde?

Daha pahalıdır ama sürümden kazanamazsınız. Bunun ticari bir marketi var çünkü. Dünyada çok büyük paraların döndüğü… Dün gece mesela Bursa’ya gittik. Dönerken, bir dönem çok popüler olan bir kişiden -isim vermeyeyim şimdi- bahsedildi. Aynı anda üç konsere gidip, kırkar bin dolar alan popülaritesi olan bir arkadaştan söz ediyoruz. Onun menajeri ile konuşuyorduk. Şimdi düştüğü durum, kumardan, feci bir durum… Borçlar, faturalar, çekler, mafya işleri… Korkunç, içinden çıkılamayacak bir durum. Popülarite de bitmiş. Şimdi bu iş, “haydan gelen huya gider”e varan enteresan da bir durum. Bunun örneklerini gördük çok. Bizim grubumuzda da saksafon çalan, geleceği parlak bir arkadaşımız vardı. Bunu sonra popçu yaptılar çok meşhur oldu fakat sonra o işler bitti. İşin çok trajik boyutları var tabii.

Peki, şu mu? Ne iş yaparsan yap aklını da kullanacaksın…

Mutlaka! Hele ki müzik denen meselede akıl kullanmadan mümkün değil olması. Mümkün değil!

Yaratıcılıkta biraz aklı bırakmak gerekir deniyor.

Evet. Akılla duygu dengesini iyi kurmak gerekiyor. Müzikte de öyle. Derler ki; “kafamız iyi olsun da oturalım bir yazalım, nasıl da yazarız.” Öyle bir şey yok! İnsanın beyninin en sağlıklı, vücudunun en sıhhatli olduğu dönemlerde en iyi üretimler yapılır. Biraz önce söylediğimiz mantıkla duygu dengesi ve bir disiplin tabii. Çok disiplin isteyen bir iş bu… O bir tını, sahnede bütün şarkıyı bitirebilir. Bizim ustalarımızın bize öğrettiği şey şuydu; hiçbir zaman rol kesmeyin. “Olması gerektiği” gibi olunması gereken bir şey… Abartarak oynayan bir tiyatro oyuncusu izlenemez. Tahammül edemezsiniz. Aynı şey müzikte de… Olması gerekenden fazla bir duygusal hale girilirse eğer, travma gibi, karşı tarafa çok can sıkıcı gelebilir.

Şunu da sorayım yeri gelmişken; hayatla iç içesiniz. Yani Vedat Sakman bu işi yapmasaymış da bu kadar yakın olurmuş halka, bu işi yaparken de öyle… Yapılan bir iş nihayetinde. Farklı bir dal ama bir iş… Bahsedilen paralar girince işin içine bir şaşkınlık, bir doymazlık mı oluşuyor?

Evet, aynen öyle…

Tam da bu noktadan hareketle, Türkiye’deki solistler, yorumcular da dâhil olmak üzere, dünya ölçülerine göre neredeyiz?

Bu çok güzel bir soru! Cevabı çok basit; hiçbir yerde! Buna bizler de dâhiliz. Bu işler o kadar da kolay değil. İnsana dair bir şey yapıp, bütün insanları alacak o melodiyi bulamıyoruz. Asya’nın böyle bir sorunu var aslında. Bulsak onu alırlar. İnsanlar alır, dinler. Ülke şartları, şu, bu, fark etmez. Etnik şarkılarda evrenselliği yakalayan melodiler vardır. Çok amiyane gelebilir ama “Zühtü” diye bir türkü vardır. Yabancılar o melodiye bayılıyorlar. Ben Amerikan kulüplerinde de çalıştığım için gözlemlerim oldu. Bu, diyorlar, olağanüstü bir şey! Biz hep fazla şeylerde arıyoruz aslında en basitte doğru; en sadede, insana dair bir melodide…

Sahnede de anlatıyorum, ben Küba’da önemli bir ders aldım. “Deli Kuş” şarkımı konserde çaldım, bir de slayt ile sözleri İspanyolca akıttık fonda. Bittikten sonra, üniversite öğrencileri dediler ki buna gerek yoktu, biz müziğinize bayıldık, o olmasaydı da bunu sevecektik.

Bir gün de Ankara’da, benim de çaldığım yerde,  iki genç şarkıcı kız vardı. O gün de gelenlerin yarısı turist, yabancı… Bunlar da Türkçe çalıyorlar hep. Ara verdiler. Bir sıkıntı içindeler kuliste. “Ne oluyor?” dedim. “İşte içerde yabancılar var ne çalacağız?” diyorlar. “Aynısını çalacaksınız” dedim. “Düşünün Tayland’da bir otele gittiniz bir orkestra var, orada çekik gözlü dört adam ‘She Loves You Yeah Yeah Yeah’ çalıyorlar. Bu size komik gelmez mi?” dedim. Müzik öyle bir şey değil ki! Ben mesela İspanyolca bilmiyorum ama çok sevdiğim İspanyolca şarkılar var. Keza Fransızca şarkılar…
Ben bunu Fransızlarda yaşamıştım ilk Vedat Ağabey ve onların snobluğuna bağlamıştım. Ama mesaj şu;  “Bana benim şarkımı söyleme! Bana kendi şarkını söyle”

Tabii tabii… Aynen öyle… Niye dinlemek istesin ki adam? Ben oraya gidince oturup da yarım yamalak Türkçe ile dinlemek ister miyim? Ha evet, eğer bir türküyü benim dilimde okursa arada bu hoş gelebilir.

Buna örnek, geçen gün yaşadık yine. New York’ta yaşayan bir adam buraya geldi, programı dinlemeye. Sinirlendi bize. “Burada ne bu insanlar altı masa?!” dedi. “Bugün sizin şu çaldığınız Türkçe blues. Bunu böyle tanıtacaksınız bütün yabancılar buraya gelir, yer bulamazsınız. Hiçbir şeyi değiştirmeyeceksiniz ama” dedi.  Doğru. Bu kulüp böyle bir yere gitmeli. Bu haliyle götürüp Manhattan’a koysak bir ay sonra yer bulunamaz dediler. Biz bunları biliyoruz da gençler farkında değil. Yani onlara yol açsın diye anlatıyorum bunları. Hiç kafalarını karıştırmasınlar. Evrenselliği yakalamak için izlenecek yol belli.

Müziğin pazarlanması ile ilgili bir sorun da var Türkiye’de. Bununla da müzisyenin yine kendisi uğraşmak zorunda kalıyor…

O sıkıntı var. Biraz fazla acımasız eleştirdim. Yani ne bileyim,  bir şarkımızı da bütün insanlar sevebilirler ya! Yalnızlığım şarkısı benim, İngiltere’de BBC’de, arkası yarın gibi bir radyo programında fon müziği olarak kullanılmış. Belki o pazarlansa, dediğin gibi, başka bir yere de gidebilir. Kendimize de çok acımasız olmayalım tabii.

Siz hepimizin hayatına dokundunuz. Çok isim var; Leman Sam, Zuhal Olcay, Hümeyra, sizinle anılan isimler, yaptığınız albümler var. Hem mekânla (Sakman Kulüp) hem albümle Türkiye’ye kazandırdıklarınız…

Teşekkür ederim. Ne mutlu bana. Ama keşke evvelki seneleri yakalayabilsek diye hep içimde bir şey olmuştur. Şunu da diyelim, burada da estek köstek durumlar var aslında. Öyle bir fıkra vardır, Türkiye’de aşağı çeken bulunur diye. Hep olmuştur, halen de olmakta zaten. Siz eğer o dümen suyunda değilseniz “Hop usta nereye!” diye sizi çekiyorlar. Bu mücadeleyi de burada vermek lazım. Ama bunu sosyoloji biliminin incelemesi lazım! Sosyologların “niye biz dinlemeyi, takdir etmeyi bilmeyiz” diye incelemesi lazım. “Ne olacak, benim yapamadığımı o mu yapacak?” gibi bir düşünceyle yola çıkıyor.

Bugünkü müzisyenler daha şanslı denebilir mi pazarlama açısından?

Evrenselliğe doğru bir avantaj var tabii ki. İnternetin olumsuz yönlerinin yanında, onun sayesinde 1930’lardan itibaren var olan her müziği dinleyebiliyorlar. Bu büyük avantaj! Müziğin serüvenini takip edebiliyorlar. Binlerce şarkı indirilebiliyor. Müzikten kazanılanın müziğe dönmemesinden dolayı geri gitti sektör. Unkapanı seksen trilyon cirolarla yürüyen bir yerken,  oralara sonra mafya filan girdi, şimdi futbolda da olduğu gibi… Paralar çarçura, çifte çubuğa gitti, o yüzden gelinen yer de bu. Dünyanın büyük şirketleri, Universal filan, on milyon dolar içeri girmiş. Adamlar için bir şey değil ama pazar açısından insanın içini acıtan bir durum.

O zaman müziği üreten ile ticaretini yapan insanlar arasında dağlar kadar fark var. Açmaz bu mu?

Açmaz bu zaten. Müzikle ilgili kişilerin yapımcı olması gerekir. Müzisyenler yapar yapımcılığı dünyada. Evrensel müzikle, sosyal olaylarla, halkla ilgisi olmalı. Burada adamın ciddi eğitime ihtiyacı var. Parası var ama…  Bu gelinen yerde müzikle uğraşanlar “Şimdi ben ne yapacağım?” diye düşünüyor. Seni alalım ele mesela. Sen büyük bir iştahla bu meseleye soyundun. Yeteneğin de var. Aşman gereken yollara bak. Bir kere bir para engeli var önünde koskocaman. Stüdyo saatleri, müzisyenler, aranjör… Bizim bunu kaldıracak ne hanımız ne hamamımız var… Bu açmaz nasıl aşılır bilmiyorum. Ben de elli seneye yaklaştım bu sektörde, bu işi nasıl aşarız bilmiyorum. Yeni albüm yolda şimdi, her şeyini kendim yapıyorum. Tonmaysterliği kendim yapıyorum. Aranjmanı kendim yapıyorum. Okuyorum, davulunu çalıyorum, gitarını çalıyorum. Ama bir şekilde bunu yapıyorum. Yapmam gerektiği için yapıyorum.

Bir yapımcı gelse…

Gelip de bana “Vedat Ağabey albüm yapalım” diyen var, var da onda da bu para yok aslında. Herkesin iki, iki buçuk milyon satarken kasetleri, benim kasetim beş bin satıyordu. Şimdi onların da iki bin üç binlere indi ama benimki beş bin CD olarak duruyor. Onlara “Kulübümüze hoş geldiniz” diyorum (gülerek), biz zaten buradaydık. Demek ki bu ülkede seçici ve zor bir dinleyici var. Her şeyi onlara beğendiremezsiniz. Öbür türlü al bir çiklet manisini, haldır huldur gir. Böyle çok paralar kazanıldı. Sonuçta gelinen yer budur. Şimdi gerçekten gençler için üzülüyorum.

Tüm rafine duygularınızla bir şey üretiyorsunuz. Sonra yapımcı yapımcı beğendirmek için koşuyorsunuz. Burada da başka bir özsaygı meselesi başlıyor. Sonra basın ayağı, promosyon… Acabalar…

Yokluk içinde sürdürdüm müzik hayatımı. Bunu şikâyet için söylemiyorum. O yılları çoktan geride bıraktım, artık hiç umurumda değil. Ben çalışıyorum yine. Bazı yapımcılar o zaman gel yapalım diye benle konuştular.  Ama ben onlara şunu dedim “Sen benim plakçım olamazsın ki.”  Bana oraya bir para atacak, neymiş ben Vedat Sakman albümü ya da işte Bülent Ortaçgil albümü yaptım… Ben bu lafı ettim yalnız, etmek de gerekiyor.

Plak şirketinizi seçiyorsunuz, istediğiniz mekân olmadığı için mekânınızı yaratıyorsunuz, şarkınızı kimin söyleyeceğini seçiyorsunuz… Her alanda seçici misiniz?

Televizyon programını seçerim, radyo programımı seçerim. Öyle tabii. Soruşturmadan, karşı durmadan yaşanan hayat bize yakışmaz. Ben birilerinin Vedat Ağabeyiyim. Onlar benden bunu bekliyor. Eh, bu yaştan sonra ayar da tutmayız. (gülerek)

Kendi sürecinizin yaratıcısısınız bir taraftan…

Şöyle bir şey tabii… Bulunduğum kadar alanda yaşamaya alıştım. Öyle hırslarım yok. Kiramı ödüyorum. Ödeyemiyorsam daha uygun bir eve geçiyorum ve o bende bir sıkıntı yaratmıyor.  Buralarda yok sıkıntı. Zaten o zaman seçici olma özgürlüğün oluyor. Özgürlüğünü kazanıyorsun.

“Servet ve Şöhret” şarkınız geliyor aklıma. “Şöhret eşittir ben” değil sizde. Öyle olunca her vazgeçilen şöhretten eksilen bir şey gibi…

Özgürlüktür bu. Vazgeçebilme özgürlüğü en büyük özgürlük zaten… İnsanın kendisiyle de mücadelesi o. O ne güzel bir rahatlamadır.  Ama vazgeçmediğimiz şeyler; kaliteli müzik, kaliteli bir yaşam tarzı.

“Albümüm eskiden de beş bin satardı, bugün de beş bin satıyor” dediniz. Bu nedir? Başarı mı başarısızlık mı?

Başarı tabii. Bu ülkede, bu şartlarda beş bin CD başarıdır.

İstikrar?

Biraz önce konuştuklarımız işte. Benim ailem de alıştı buna. Bu konuda taviz yok. Bir sürü insanı belki bu sinirlendiriyor. Neden? Çünkü vazgeçemediği çok şey oluyor ve sende görünce rahatsız oluyor. Ben olsam göze alamam, diyor belki.

Peki, bu bağlamda, Vedat Sakman kendi çocuklarına neyi verdi temel olarak?

Biz hep grupçuluğa inandık. O, 70’li yılların ruhu ile. Hâlâ da öyle, burada da (Sakman Kulüp), sen de dâhil biz hepimiz bir aile, grubuz. Ben öyle inanıyorum.

Grup Doğuş olarak, o dönemde çok meşhurduk. Kelebek ödüllerini aldık… vesaire. O dönemde kentli müzisyenler ve onların içinde dönen bir mesele vardı. Her şeyin birbirinin içine girmediği bir dönemde… 90’larda medyanın yarattığı prototipler olmaya başladı. O dönem televizyonlar klip yayınlayacak, arayıp sorarlardı. Bütün gün klip dönmesi gerekiyor. Beni iki günde bir arayan yapımcılar vardı, “Klibini yayınlayacağımız biri var mı?” diye. Yetmeyince bu sefer medya, sen yakışıklısın, sen güzelsin diye şarkıcılar yarattı.

O dönemlerde popülerdim. Aranjör olarak aranıyordum, reklam cingılları için aranıyordum. O ara bir şeyi fark ettim ki başka bir yola gireceğim. Aranjör olarak o dönem popçuları arıyor beni. Ben onlara, “Yapmayın, olmaz şarkıcılık başka bir şey” filan diyorum… Yol ayrımına geldim; ya aranjör olarak çok para kazanılacak ya bu iş yapılmayacak, müzisyen kalınacak.

Bir gece Kutsal’ı da Tomris’i de çağırdım, on altı yaşlarındalar. Anlattım onlara durumu. “Çocuklar kararım sizinle de ilgili” dedim. Sordum onlara da. “Baba olmaz sen müziğini yap” dediler. Kararı birlikte aldık ve ben o dönem Ankara’da bir işe gittim. Bir hafta diye gittim dört buçuk sene orda yaşadım. Buradan kaçtım. 92 yılıydı.

Hediyesi ne oldu o yılların?

Çok şarkı yaptım. Hümeyra, Beyhude albümü, Leman Sam, İlla ve Zuhal Olcay, İhanet albümleri…

Demokrat bir baba var çocuklarınızla konuşmanızdan yola çıkarsak. Biraz da otoriter mi?

Disiplinli diyelim otoriter değil de. Sadece onlarla değil, orkestrada da öyle. Yaşamın içinde başkalarını rahatsız edecek bir şey yapmamak adına bunlar… Otoriter başka bir şey…

Ağzımdan çıktığı için toparlayayım! Siz alanınızda bir otoritesiniz…

Estağfurullah. Yani onu ben diyemem. Öyle diyorlarsa teşekkür ederim.

Sizin bir hayat duruşunuz var. Hep söyleyecek bir sözünüz var. Dünya ve ülke meseleleri ile iç içesiniz…

Zaten öyle olmak gerekiyor. Apolitik olmak kadar korkunç bir şey yok! Olamaz yani. İkiyüzlülük olur. Sonuçta yaşıyoruz ve sokaktaki mesele hepimizi ilgilendiriyor. Üç maymunu oynayanları da kınıyorum çok!

Vazgeçmek istemeyenler mi onlar?

Aynen öyle. O başka bu başka! Toplum senin sözünü dinliyor. Şarkını, türkünü dinliyorsa o sorumluluğu aldın kardeşim. Öyle yanardöner olamazsın. Olursan halk olarak hesabını sorarım -ki soruyorlar da-  kimse salak değil! Bir günde bitenlerin örneği çok… Tehlikeli işler bunlar.

Saygı ve özsaygı…

Bu önemli bir nokta… Üretimlerde hep yedi yaşındaki bir kız çocuğunun da bunu duyacağını düşünerek yazıyorum. Biri çıkıp “Allah belanı versin” diye bağırıyor. Birilerinin dur demesi lazım!

Ama liste başı oluyorlar.

Sokakta da insanlar birbirine girişiyor ama. Müzik her şeyin tam karşılığı… Böyle olmaz, böyle bir yere varılmaz!

Umudunuz var mı?

Bilmiyorum. Mücadele ediyoruz. Kabalık trend oldu ama… Ticari taksi geçen akşam, üstümüze sürüyor. Bu nasıl bir şey! Ticari bir taksiden söz ediyorum. İnsanın insanla derdi var. Bunun ruh sağlığı ile bir ilgisi var.

Birey olalım ve özgürleşelim derken, “bencil özgür”ler mi olduk? Ne düşünüyorsunuz?

İkili ilişkilerde de öyle. Kadın erkek ilişkilerinde de. Bu gidilen yer nasıl onarılır? Bak ne diyorum sana, en alttan en üste küfür meşru oldu.  Herkes yaptığı şeyin insana yapıldığını bilecek. Börekçi de, müzisyen de, taksi şoförü de… İnsanın doğası üretmek ve geleceğe bir şey bırakmak üzerinedir.

Geleceğe bırakılan kaç şarkı oldu Vedat Ağabey?

Onu ben de bilmiyorum. Zuhal de sordu geçenlerde. Bir gün oturup sayacağım.

Albüm yolda. Kaç şarkı olacak?

Yirmi şarkılık bir repertuar yaptık. En son 2002’de albüm yapmıştık. Epey bir ara oldu. Birikmiş şarkıları yapalım dedik. Onunu yapacağız önce.  Diğer on,  altı ay sonra. Ömer Hayyam’ı da yaparsak bir altı ay sonrasında, sekiz yıl arayı kapatırız. Bu arada Bülent Ortaçgil de yapıyormuş albüm. Sevindim. Ne güzel! Gençlere ivme olabilir, bir kanal açabiliriz. Yeniden bir umut olabilir gitarını alıp beste yapan gençlere.

Ne zaman çıkacak?

Çok titiz çalışıyoruz tabii. Bir iki ay içinde.

Yaz boyunca Sakman Kulüp sahnesi devam mı?
Tabii tabii ara vermiyoruz. Her cuma ve cumartesi…

Önce Sakman Mutfak’ta yemeğimizi keyifle yiyoruz, sonra sizi dinlemeye geliyoruz.

Orası da güzel oldu evet. Kendimize rakı içecek yer yaptık. (gülerek)

Sona sakladım! Aşkı soracağım. Müzik ve aşk diye mi sorayım?

Aşkı sadece kendimizin yaşaması gerekmiyor. Politik bir cevap olarak vermiyorum bunu. Gerçekten… İnsan her an sulu sepken âşık olmaz. Dönemleri vardır. Bazen başka yollara başka felsefelere dalabilir. Benim de öyle bir dönemim. Şimdilik başka bir boyutta gidiyor.

Mutfakta iyisiniz diye duydum.

Ooo severim yemek yapmayı. Mekanik işleri seviyorum. Bu kulübü de Sakman Mutfak’ı da kendimiz yaptık. Elektrik aksamı, vidalama… Bu işler yüzünden geçen sene kolumu da kırdım!

Vedat Sakman hayatı bugün nasıl yaşıyor? Bu bir slogan olsa, nedir?
Sakinlik… Epey fırtınalı günler yaşadım. Aşkta da, hayatta da, her alanda… Ekonomik, siyasal… Şu aralar tam dediğim gibi, tek kelime; sakinlik.

Share This