En iyisi şunda anlaşalım: Kendisini yeni gösteriyor.
Çok çok eskilerde hatırlar gibiyim oysa bu yeri ben. Dünyaya geliğimde görmüştüm sanki. Ya dünyaya bunun için geldiysem, cennet bahçesinde yaşamayı seçtiysem? Eğer öyleyse ki, içimde bir yerlerde önce cılız başlayan sonra pırıl pırıl çağlayan gibi artan ses öyle diyor, o zaman “YAŞASIN!”
Yaşasın çünkü ben artık onu görebiliyorum. Uzun zamandır orası bir hayalden ibaretti herhalde, ben yanlış anlamışım diye dolaştım ortalıklarda. Hatta beni inandırdıkları gibi kör olmanın, sağır olmanın, hissiz olmanın “sözde” güzelliklerine, ben de bu alışılagelmiş acı ormanının içinde yaşamak zorunda olduğumuzun çığırtkanlığını yaptım. Another Brick On The Wall misali.
Tahminimce ilk başlarda direnmişimdir. Ne bu? Bu hayat mı? Hayır olamaz, olmamalı diye. Sonra bir kızgınlık kaplamıştır içimi. Bu kızgınlığı dışarı çıkartmamın yasak olduğunu anlayınca düşmüştür benim kalem. Zaten hissediyordum bir şeyler düştü ve kırıldı, paramparça oldu. Hayatımın özüydü belki o düşen. Sonra ben gözyaşı ile topladım o parçalarımı her yerden. Yapıştırdım kırık vazo misali. Sonra bi şey oldu. Saldırılar çok arttı. Başkalarının mutsuzluklarını geçiriyordum belki içime. Ben de daha güzel bi çözüm buluverdim. Buzlaştırdım kendimi. Dışımı, içimi. Ne içime bir şey geçebilirdi artık ne de dışarı. Kendi özümü çıkarınca ortaya olay çıkardı çünkü.
Eminim, bunlar ilk altı yıllık yolculuğumun geri kalan hikayesi. Yalnız küçük bir parça enerji bırakmışım içimde. Ne olur ne olmaz diye. B planı psikolojisi. Bir gün bir şey değişirse tekrar tomurcuklanayım diye. Hem hayatta kalmak için de lazım biraz enerji, onu da doldurmuşum bi şekilde. Dünyaya geliş kodumu yıktırmamışım galiba.
Yine de çok önemli bir ayrıntı eksik kalmış hayatımda. Öğretmemişler, öğrenmeyeyim diye uğraşılmış. Sınır koymak. Sağlıklı sınır yaratmak. Aman Tanrım! Ve Yaşasın! Niye mi? Çünkü paralize olmayı by-pass edip içimdeki kızgınlığa ulaşabiliyorum artık. Kendimin kısa devre yapmasını önlüyorum. Bu nasıl mı oldu? Acı çekmeyi göze aldım. İyi ki de aldım. Kısa bir acı çekiş sonrası en önemli hazinelerimin bölümüne ulaşmayı başardım. Kızgınlık ise anahtarım. Kızgınlığından kaçan ben şimdi hayatımdaki anlamını çözdüm. O benim içime giden ve dışarı açılmamı sağlayan anahtarım. Kızgınlıklarımı ve içimde biriktirdiğim öfkeyi kabul ediyorum.
İkinci olarak şu varmış: Altı yaşıma kadar olan uğraşlar yetmemiş gibi tam karşıma sarp kayalıklı, yamaçları keskin kocaman bir dağ koyup hadi bakalım, şimdi yapacağın, bu dağa tırmanmak ve oradaki ödülü almak demeleriymiş. Yapmazsan da daha beter dışlanırsın. Bu da dizginlerin ve benim hakimiyetimdesin, ona göre diye diye tırmanmam sağlanmış. Of. İçim sıkıldı yine. Yahu ben sevgi bekliyordum. Bu da nereden çıktı şimdi? Bunu demişimdir ve sonunda düzene ayak uydurarark kendimden vazgeçmişimdir. En azından bunu yaptığımı hissediyorum.
E sonunda da, sınırlarımın hiçe sayıldığı biri olmanın yanına, başarmazsan sen hiçsin psikolojisinin ekilip biçildiği zamanlar da, okul zamanları gibi geliyor bana. Evet öyle.
Hayatımda, seçim hakkımın olduğu tek yer, okuduğum kitapların seçimleriydi. Bu da, o içimde bıraktığım ya da benden almalarına son bir çabayla karşı çıktığım son nokta.
Bu şekilde yaşarken, iş hayatının daha engebeli dağı önüme koyulunca da ben B Planının enerjisinden de vazgeçtim tabii. Üzerine ilişkilerdeki hayal kırıklıklarımı da ekleyelim, işte tam bir canlı cenaza örneği olarak karşınızdayım. Pardon karşınızdaydım. Ben daha 1 dağa tırmanmamışken 3 tanesi fazla oldu. Ayrıca dağlara tırman tırman doruk noktası gelmiyor ki. Sanki ben tırmandıkça yamaçlar ekleniyor, daha da sarp. Çektiğim acı katlanarak büyürken ben o acı ile yaşamanın normal olduğunu varsayıyorum. Şimdi sıra geldi alıştığım acıyı aramaya. Artık 1 doz, 2 doz yetmiyor çünkü. Yamaçlar arttı, dozlar arttı.
İlk aradığım acı sınırlarımın ihlal edilmesi ile ilgili benzer acı. Bunun dozajını arttıra arttıra nereye vardığımı anlayabiliyor musunuz? Kendine acıyarak daha hızlı bulmayı da sağlıyorsun. Ne hoş di mi? Frekansın ise, gel her türlü bana tecavüz et diye bas bas bağırıyor. Sonra başına gelenleri kaldırırken çektiğin acılar, onlarda çocukken yapılan sınır ihlallerinin güvenli ortamını hatırlatıyor. E peki çektiğin acı fazlalaşırsa? Onun da çaresi var. Alkol ne işe yarar? Az gelen acıyı bulursun, fazla geleni de uyuşturursun gider.
Daha bitmedi. Hiç biter mi? Bunun yanına bir de başaramazsam beni keserler korkusunu ekleyin. Bakalım ortaya nasıl bir karışım çıkıyor. Ya deli cesareti ile her şeye atlamak ya da kaskatı kendini izole etmek arasında gel-gitler başlıyor. Yine fazlalıklar alkolle yok edilirken az olanlar için ava çıkılıyor.
İşte sonunda kendini metalaştırdın. Oh, ne güzel. Kendine bir de değer biçiyorsun. Şu kadar, bu kadar. Aşağılanmaya katlanma payı aslında o.
Bu arada o içerideki yaşamı deneyimlemeye gelmiş olan parçama ne oldu? Ben onu unuttum. Arada kendini hatırlatıyor gerçi ama ben çevreden gelen tüm uyarıcılara dikkat kesilmişken ne kadar başarılı olabilir ki. Zavallıcık.
Yok ama. Böyle olmaz. Bir yerde kırıldım tabii ki ben. Beni benden daha çok aşağılayan birini dibime sokunca ve alkolle bu acıyı dindirmeye uğraşmayınca, son bir çabayla, işte o an seyrim değişti. Rotamı değiştirdim tüm o kızgınlığımla. Hani atletler yarışa başlamadan biraz geri gider ve arkadan gerilerek yardım alırlar ya. Öyle işte. Kızgınlığımı doğru kullanmak böyle bir şey benim için. Öne fırlamamı sağlıyor.
Sonrası çok hızlı gelişti. İçimdekileri kusmak, eğitimleri almak ve onları hayatıma geçirmek. Ve en son olarak sağlıklı sınır oluşturmayı öğrenmeyi istemek. Evrenden istedim tüm yüreğimle ve frekansım buna hazır hale geldi. Elimi uzattım hayali bulutlara ve çektim içinden beni eğitecek deneyimleri. İlkini başardım, zaten pür dikkatim. Sonra en keşmekeşine sıra gelince önce biraz bocaladım ve evren bana kızgınlığımı doğru yönlendirebildiğim için bir armağan sunmaya karar verdi. Eskisi gibi sınırıma girilince çok kızmamı sağlayacak bir deneyim. Önce çok acıttı. Sonra enerjimi yerle bir etti. Egom ağır bir darbe yemişti. İçimse sonunda sınır oluşturmayı öğreneceği için kıpır kıpırdı. Ve evet kızdım, çok kızgınım. Biliyorum ki artık bu taraftan saldırı almayacağım. Kızgınlığım kapıları kapatmamı sağladı. Rahatlık alanımdan çıkmak, eski alışılagelmiş acının rehavetine kapılmamak zorlayıcı bir deneyimdi. Son geçitten geçmek için enerji verdi bana. Kızgınlık sel suyu gibi adeta. Yıkıp geçiyor. Ama yine de dışarıda kazanacağın hediyelerin güzelliğine yoğunlaşmak ve içerdeyken kaçırdıklarına odaklanmak insanı harekete geçiriyor, hem de yaydan kopmuş ok misali.
Ah, bir de şu başaramama korkusu var. Başarı tutkusu ile başarısızlık korkusu kol kola gezen ikiz kardeş gibiler. Bir de başlarına mükemmelliyetçilik tacını konduralım tamamdır. Böylece her zaman kendini durdurmaya başlamışsın bile. Korkudan hareket edemiyorsun. Oysa elinden gelenin en iyisini yaptığında, kısacası hareket ettiğinde o zaman başarı arkandan koşar adım geliyor. Benim açımdan, bunu fark etmiş olmak bile çok çok önemliydi. Çünkü yıllardır kalıp haline gelmiş davranış biçimimi değiştiriyordum ve onun yerine doğal olan yerleşiyordu. Herekete geçmiştim.
Sonra harika bir şey oldu. Cennet Bahçesini gördüm. Hediyemi. Dağ gitmiş, yamaçlar ortadan kalkmış, geçit vermeyen sarp kayalar yok. Ya ben kanatlanıp en tepeye kondum ve kapıları kapatınca görüntü arkamda kalarak kayboldu ya da görmem gereken o müthiş canlılık bana görünmeye başladı. Dağ da püf diye uçtu. Bir şeyler uçmuş işte.
Cennet Bahçesinin tam önündeyim. Gel içimde yaşa, diyor bana. Ben de yürüyorum içine. Cennet Bahçesi ile aynı frekansta olduğum içinde teşekkür ediyorum evrene. Hafifçe göz kırpıyorum. Biliyordum var olduğunu. Ya da şöyle mi demeliydim? Var olduğumu.