Bugün Caddebostan’da, 15 yıldır yürüdüğüm sahil yolunda kısa bir yürüyüş yaptım yine. Hep yaptığım gibi, soğuk ve taze havayı içime çektim, martıları seyrettim, denizin rahatlatıcı gücünün ve verdiği özgürlük hissinin tadını çıkardım.
Sonra, bir an sahil boyunca sıralanmış taşlara takıldı gözüm.15 yıl önce bu sahile ilk geldiğimden beri hiç değişmeden orada, öylece birbiri üzerinde yığılı duran taşlara. Ne çok şey paylaştım ben bu taşlarla.
Beni bu günkü ben yapan ne çok anıya tanıklık ettiler.
İstanbul’a ilk geldiğimde, yaşadığım sarhoşluğu benimle paylaşmışlardı ilk önce. Denizsiz bir şehirde büyüyen ben, denizin insan için ne önemli bir değer olduğunu ilk o zamanlar anlamıştım. Kendi ayakları üzerinde durup kendi kararlarını verebilmenin, hiçbir şey için babamdan izin almak zorunda olmamanın keyfini de ilk o zamanlar almıştım. Belki de bu yüzden deniz özgürlüğü çağrıştırır hep bende. Gözümün önünde göz alabildiğine uzanan mavilik, martıların uçuşu, dalgaların sesi, hep yaşamın anlamının ve mükemmel uyumunun, algılayabildiğimin çok ötesinde olduğunu hissettirir.
Bu mükemmel uyumun bir parçası olmanın yolunun, o anın büyüsüne kendini koşulsuzca bırakmak olduğunu duyumsarım.
Sarhoşluğum geçip İstanbul’daki yaşamım şekillendikçe, hayallerimi paylaşmaya başladım sahildeki taşlarla.Hoşlandığım ama kimselere itiraf edemediğim erkek arkadaşlarımın, bana aşklarını türlü şekillerde ilan ettikleri onlarca senaryoda başrol oynadım, bu senaryoların hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bilerek.
Ben gençlik hayallerimdeki aşkları o taşların üzerinde yaşadım, her gidişimde başka bir senaryo yazdım, aşık olduğum adamlar ise hiç bilmediler bu hikayeleri.
Reddedilme korkusunu hiç yenemedim, tercih edilmeme riskini hiç alamadım. Hayalleri gerçekleştirme gücünün benim içimde olduğunu bilmiyordum o zamanlar, kendi gücümün ve güzelliğimin farkında değildim.
Kendi varlığımı hiçe sayarcasına bağlandığım ilk ciddi ilişkimi yine sahildeki taşlar öğrendiler ilk önce. İlk kez o erkeği götürdüm, tanıştırdım onlarla. Onlar da ben de biliyordum ki bu ilişki o yıllardır beraber hayalini kurduğumuz sayısız aşk senaryosundan çok farklıydı. Her anında beni acıtan bir şey vardı, ama o şey her neyse her gün daha çok bağlanmama neden oluyordu.
Yine taşlar şahit oldu, tüm benliğimden vazgeçerek, sevgilime benimle beraber olmaya devam etmesi için yalvarmama… Kabul ettirinceye kadar ağlayarak kendimi acındırmama… O, her gün aramızdaki fiziksel farklılıklar nedeniyle ilişkimizin bitmesinin daha doğru olduğunu söylese de… Böylece kısa boylu olma ve fiziksel cazibeye sahip olmama kompleksimi her gün her saniye canlı tutsa da…
O beni tercih eden tek erkekti, ne pahasına olursa olsun onu elimden kaçırmamalıydım…
Taşları unuttum, denizi unuttum, kendimi unuttum bir zaman.
Bir takıntıya, bir saplantıya dönüştürdüm bu ilişkiyi. O beni geri dönüşsüz bir şekilde terk ettiğinde, bana geri dönmesi için ölümün eşiğinden döndüğüm bir trafik kazası bile yaptım. Ama dönmedi.
Tüm varlığımla şükrediyorum, iyi ki dönmedi.
Ve ben iyileştim…
Zaman aldı, emek aldı, yürek aldı, ama iyileştim.
Terk edilmenin acısını kaldıramıyordu gururum önceleri. Kurtulmak için kendimi işe verdim önce. Yetmedi. Kendi yaşamımdan ve kendimden o kadar nefret ediyordum ki, iş ortağımın yaşamını benimmiş gibi yaşamaya başladım. Onun önceliklerini kendi önceliklerim yaptım. Onun tercihlerini kendi tercihlerim sandım. Kocasının yokluğunda can yoldaşı oldum, o evli ve çocukluydu bense bekardım, sorumluluklarım yoktu, bütün ortak yaşamımızın onun çevresinde şekillenmesinden daha doğal ne olabilirdi.
O çok sevdiğim taşları terk ettim, uzak bir semtte, nedenini o zamanlar hiç bilemediğim ama bir türlü sevemediğim bir eve taşındım. Başka bir deniz kenarında yürüdüm, başka taşlarla konuştum.
Aynı değildi. Aynı değildim.
Ben, ben değildim. Ben yoktum. Kendi yaşamımı ve kimliğimi kendi ellerimle yok etmiştim ve nasıl yeniden var edeceğimi bulamıyordum.
Sonra, işi ticari olarak yürütemediğimiz için ortaklığımız bitti.
Tüm varlığımla şükrediyorum, iyi ki bitti.
Ve ben iyileştim.
Zaman aldı, emek aldı, yürek aldı, ama iyileştim.
Sahilime, taşlarıma geri döndüm. Aynı dinginlik ve sakinlikle karşıladılar beni. Onlar hep aynıydılar ama ben aynı değildim. Kendimi yorulmuş ve yenilmiş hissediyordum. Eğer yeni bir yaşam kuracaksam bu kez sadece benim olmalıydı. Kimsenin müdahale etmesine, işime karışmasına izin veremezdim.
Kendi yaşamımı, kendi başarılarımı, kendi seçimlerimi yaşayacaktım. Ve artık yaralanmayacaktım. Bunun bedeli duygularımdan vazgeçmek bile olsa.
İstediğim yaşamı kurdum, istediğim işi yaptım, sevdiğim erkeği sırf kendimi kendime ispat etmek için önce hayatıma aldım sonra da aynı nedenle bıraktım.
Taşlarla konuşamıyordum artık, denizle, martılarla konuşamıyordum.
Çünkü unutmuştum, mükemmel uyumun parçası olmanın yolunun, kendini anın büyüsüne koşulsuzca bırakmak olduğunu.
Evet bir yaşamım vardı ama ne yazık ki anlamı yoktu. Robot gibi yaşıyordum. Sonra bir gün bir dostum aynaya bakmamı sağladı, dönüştüğüm robotla beni tanıştırdı ve eğer istersem bundan bir çıkış olabileceği konusunda ilham verdi bana.
Tüm varlığımla şükrediyorum, iyi ki verdi.
Ve ben iyileştim.
Zaman aldı, emek aldı, yürek aldı, ama iyileştim.
Tüm yaşadıklarımla yüzleştim önce, kabul ettim ve barıştım. Her deneyimden, gelişimime katkısı olan parçaları yanıma aldım ve şikayetleri, bahaneleri, suçlamaları geride bıraktım.
Sonra duygularım olduğunu hatırladım, göz yaşlarım olduğunu hatırladım, sevinç göz yaşları kadar hüzün gözyaşlarının da güzelliğini keşfettim. Duygularımı yanıma aldım ve savunma mekanizmalarımı geride bıraktım.
İçimdeki çocuk işte o zaman denizi ilk kez gerçekten gördü. Sahildeki taşların sıcaklığını ilk kez gerçekten hissetti. Anın büyüsüne kendini bırakmanın doyumunu ilk o zaman tattı. İçimdeki sınırsız sevgi potansiyeli o zaman açığa çıktı. Sevdiğim erkek o zaman yaşamımın gelişen ve geliştiren bir parçası oldu.
Artık sahile gittiğimde sadece o anın büyüsünü paylaşıyorum taşlarla. Dünden ve yarından koptuğum, denizin özgürlüğünü ve huzurunu hissettiğim çok değerli anlar bunlar.
Taşları okşuyorum ellerimle, kim bilir kaç yıldır orada duran ve aslında her şeyi bilip de susan hallerini hayranlıkla seyrediyorum. Boşuna dememişler, taşların dili olsa da konuşsa diye…