Geçen hafta katıldığım bir eğitimde, ikinci gün öğle yemeğinde, arkadaşlarımızdan biri önceki gün oturduğundan farklı bir sandalyeye yönelince, herkesin hep bir ağızdan “Ama orası senin yerin değil” demesi ve onun da “Pardon” diyerek önceki gün oturduğu yere geçmesi üzerinde düşünüyorum o günden beri.
Eğer böyle bir olay geçmeseydi, benim de diğer herkes gibi, gayet doğal ve içgüdüsel bir şekilde önceki gün oturduğum sandalyeye yöneldiğimin farkına varamayacaktım.
Buna çok şaşırmıştım, çünkü bugüne kadar hayatım, çevremden her konuda maymun iştahlı olduğum eleştirilerini dinleyerek geçmişti. Evimi, işimi, arabamı ve hayatımı sürekli değiştirmek benim için hem kolay hem gerekliydi.
Peki o zaman nasıl oluyordu da aynı evde iki yıl üst üste oturamayan ben, içgüdüsel olarak önceki gün oturduğum sandalyeye yöneliyordum diğer tüm sandalyeler boş bile olsa…
Alışkanlık ve güven ilişkisi üzerinde düşünüyorum önce…
Güven duygusunun bildik, tanıdık görüntülerle, kokularla, tatlarla, seslerle ve dokunuşlarla geldiğini fark ediyorum. Yeni doğan bir bebeğin ancak annesinin kokusu ile huzur bulması gibi, babaannemizin yaptığı böreğin tadını her hatırladığımızda yaşam karşısında güvenimizi tazelediğimiz gibi veya yabancı bir ülkede bizim dilimizi konuşan insanlarla tesadüfen karşılaştığımızda içimizden onların boynuna sarılmak gelmesi gibi…
İşte tam da bunun için doğduğumuz andan itibaren başlıyor alışkanlıklarımız. Kalktığımız ve yattığımız saatlerden gün içinde yaptığımız faaliyetlere kadar, her şeyin tanımlı ve belirli olduğu bir yaşamın bebekken bize huzur verdiği kesin.
Diğer yandan, bu güven ortamını ciddi şekilde tehdit etse bile, yeniye ve bilinmeze duyduğumuz merak ve heyecanın da önüne geçemiyoruz.
Bilinenin huzuru ile bilinmezin heyecanı arasında gidip gelirken yaşadığımız çocukluk deneyimlerimizin güven duygumuzun şekillenmesinde ne kadar belirleyici olduğunu şaşkınlıkla fark ediyorum.
Çocukluğumda, yeniye ve bilinmeze duyduğum merak nedeniyle başımın belaya girdiği, canımın çok yandığı, büyüklerim tarafından azarlandığım ya da küçümsendiğim bazı anılar canlanıyor zihnimin derinliklerinde, henüz gün yüzü görmemiş gizli anılar.
Her anı bana “alışkanlık eşittir güven” denklemini doğrular gibi sanki.
Farkına bile varmadan, yeniyi denemenin bana zarar vereceğini ve beni küçük düşüreceğini kaydediyorum tazecik zihnime. Alışkanlıklarımın esiri olmak üzereyim. Sıradan ve sıkıcı bir hayat bekliyor beni, her gün aynı işe aynı yoldan gittiğim, aynı kazağı rengi solsa da, yakası sökülse de yıllarca giydiğim, evdeki eski bir bardak kazayla kırıldığında bile sinir krizi geçirdiğim, sevdiklerimi kaybettiğimde onlara ait eşyaları sanki yarın gelip kullanacaklarmış gibi hazırda beklettiğim bir hayat.
Çünkü en ufak bir şey değişirse sırça köşküm kırılacak, kendime güvenimi üzerine inşa ettiğim duvarlar yıkılacak, dengem bozulacak, sonsuzluğun girdabı beni yutacak.
Neyse ki imdadıma yetişiyor babam…
Benim için yeni ve bilinmez olanları deneyimlemedikçe kendimi geliştiremeyeceğimi öğretiyor. Yaşamda cesur ve güçlü adımlar atmamı sağlıyor. Sırça köşkümü kırmak için cesaretlendiriyor beni, güveniyor bana. Yaşamda güvenle var olmak için hiçbir şeye ve hiç kimseye tutunmak zorunda olmadığımı fark ediyorum.
Yeni ve bilinmeze doğru attığım cesur adımlarla ve bu yolda edindiğim başarılarla kendime olan güvenimi geliştiriyorum.
Yeni bir denklemim var artık. “meydan okuma eşittir güven”.
Diğer yandan, sırça köşkümü kırmak hiç kolay olmuyor… Alışkanlıklarımın esiri olmamak için alışkanlık fobisi geliştiriyorum farkına bile varmadan. Sıra dışı ve heyecanlı bir yaşam bekliyor beni şimdi, tüm toplumsal tabulardan arındığım, işimden, evimden, arabamdan ve tüm eşyalarımdan kısa bir süre içinde sıkıldığım, evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan korktuğum, geleneksellikten tümüyle uzak bir yaşam.
Ve ben zihnimin derinliklerinde birbiri ile çelişen iki kaydı ancak bugün birlikte dinleyebiliyorum.
Hangisi doğru ? Hangisi gerçekten ben ? “Alışkanlık eşittir güven” mi yıllardır hiçe saydığım gibi? Yoksa “meydan okuma eşittir güven” mi yetişkin yaşamımı üzerine kurduğum gibi?
Ne biri ne de öbürü…
Bilinenin huzuruyla sağalmanın ve bilinmezin heyecanına koşmanın hiç de zıt içgüdüler olmadığını, hatta birbirlerini çok güzel bir şekilde tamamladıklarını fark ediyorum yıllar sonra hayretle. Eğer ben onları kendime olan güvenimin önkoşulları haline getirmezsem.
Güven duygusunu beslemek için alışkanlıkların esiri olmanın da alışkanlık fobisi geliştirmenin de aynı derecede sınırlayıcı ve koşullandırıcı olduğunu görüyorum.
Bir üçüncü denklem buluyorum sonunda diğer tüm denklemleri etkisiz hale getiren “Güven eşittir sevgi” denklemi.
Kendimi sevmek, sadece var olduğum, ben olduğum için sevmek, beklentisizce, korkusuzca, koşulsuzca sevmek…
Bu sevgi, güven duygusunu da alışkanlıklardan, koşullardan, meydan okumalardan ve sonuçlardan bağımsız olarak hissetmemi sağlıyor.
Ve gerçek “ben”im, “güven eşittir sevgi” ile bireysel gelişim yolunda zincirlerinden biraz daha kurtuluyor, biraz daha özgürleşiyor.