Ortaokulu bitirdiğim yaz tatiliydi. Liseye başlamanın heyecanıyla bir çırpıda geçip gitmişti günler. Ortaokulu bitirip liseye başlamak, çocukluğu bitirip gençliğe başlamanın ilk adımıydı. Zaman azaldıkça heyecanım artıyordu. Tamamı lacivert olan önlük tarzındaki formamdan kurtulmuştum. Daha bir gençlik havası veren, içine beyaz gömlek giyilen lacivert jileyi giymek için sabırsızlanıyordum. Annem, ortaokulu okudu işte yeter, deyip beni liseye göndermek istemeyen babamı bir kez daha ikna etmiş ve hazırlıklara başlamıştık. Beyaz gömleğim ve formamın dikileceği kumaş hazırdı. Dikildikten sonra formalı fotoğraf çektirip kayıt işlemlerim tamamlanacaktı.
Formamı elinden dikiş ve nakış işleri gelen halam dikecekti. Karadeniz’in İstanbul kıyısında bulunan Podima’da yaşıyordu halam. Denize çok yakın olduğundan ve halam deniz kadar engin yürekli bir insan olduğu için oraya gidip birkaç gün kalabilmek için can atardık hepimiz.
Bütün kızlar bir araya toplanıp, halamın jandarmalığı altında da olsa, gündüz deniz sefası gece balkon sefası yapmaya bayılırdık. Oraya gidip hem formamı diktirecek hem de keyifli birkaç gün geçirecektim. O an, o ben hala içimde ve şu an bile hissettiğim liseli kız sevinciyle ve kuzenlerimden birinin yol arkadaşlığıyla mavide son bulacak olan iki saatlik yeşil yolculuğa çıktık. Zaman zaman orada geçireceğimiz keyifli anların hülyasına, zaman zaman da yeşilin büyüsüne kapılarak tamamladık yolculuğumuzu.
Otobüsten iner inmez karşıladılar bizi. Mübadeleden önce orda yaşayan Rumlar’dan kalan ve her şeyiyle bir otele benzeyen, belki de bu yüzden geleni gideni hiç bitmeyen, evlerinin ve yüreklerinin kapısını ardına kadar açmışlardı yine.
Orda olmak hepimize çok iyi gelirdi. Halam sahte olmayan, içten ilgi, sevgi ve misafirperverliğiyle, çocuk olmamıza rağmen, varlığımıza gösterdiği saygıyla ruhumuzu, yaptığı güzel yemeklerle de bedenimizi besler, kendimizi değerli hissetmemizi sağlardı.
Balkon ve deniz sefalarımızda bizi asla yalnız bırakmayıp kontrol altında tutmaya çalışması bile bize hoş gelirdi. İçinde sevgi ve saygı barındıran kontrol ağır gelmezdi. Taze bir nefes gibiydi orda geçirdiğimiz kısacık zamanlar. Birkaç gün nefes aldıktan sonra halam kendisinde bulunan lacivert jileyi, bana olursa benim kumaşımı da o ölçülerde biçmesine kolaylık sağlaması için giymemi istedi. Giydim ve bana özel dikilmiş gibi oturdu üzerime. Giyer giymez de benimsedim, benim formam da bunun kadar güzel olur inşallah diye geçirdim içimden. Halam da o açık yüreğiyle bu hislerimi algılamış olacak ki, istersen kumaşını hiç kesmeyelim, küçülene kadar bunu giy, kumaşını da sakla küçülürse yenisini dikeriz, dedi. Hemen kabul ettim elbette. Jile az kullanılmış olsa da kumaşı renk ve kalite olarak benim kumaşımdan daha iyiydi. Çok bol ve uzun bir forma da istemiyordum, üç yıl giyeceğimden dolayı yeni dikilen daha bol ve uzun olacaktı çünkü. Eski olan ama benim için yeniden daha değerli olan formama kavuşmuştum.
Birkaç gün daha kalıp döndük. Formamı annem de onayladı. Liseyi bitirene kadar giyersin bunu, deyip elimizde kalan kumaştan bana etek diktirdi. Ben dar etek sevdiğim için, dar olsun diye tuttursam da o kloş eteği çok sevdiği için kloş etek yaptırdı. Ben o eteği hiç giymedim. Kavga edip durduk neden giymiyorum diye. Sonra birine verdik ve etek gitti kavga da bitti.
İlkokul ve ortaokul boyunca uzun olan, kendimi bildim bileli annemin kestiği saçlarımı da kuaförde o yılın modasına uygun kısa kestirmiş ve yeni bir imajla başlamıştım liseye. Annemin de hakkını yiyemem, kendi yaratıcılığı ile kendi içinden dışarı çıkardığı yeteneğiyle, köyde yaşayan bütün bayanların gönüllü kuaförüydü. Yıllarca çok pratik yaptığı için çok güzel saç kesimi yapardı. Ama ben arkadaşlarım gibi kuaför koltuğuna oturup saç kestirmek istiyordum. Bu hevesten dolayı kuaföre gitmiştim. Yoksa annemde aynı model saçı kesebilirdi bana. Ölünceye kadar da saçımızdaki ufak tefek düzeltmeleri hep ona yaptırdık. Ruhunun zenginliğini ve yaratıcılığını ellerinden hayata, hiç karşılıksız akıtmayı başarmıştı. Bana ve kendine yaptığı baskılar dışında hiç kimseye hiçbir kötülüğü dokunmamıştır. Hatta iyiliği dokunmayan insan yok denecek azdır. Yaşı ilerledikçe de dokuz köyden kovulacak kadar gerçeği gören ve gerçek iyilerden olmuştur.
Lise birinci sınıftaki bol ve uzun formaların arasında benim formam ve formum iki tane bayan öğretmenimin dikkatini çekmişti. O güne kadar korsenin adını duymamışken, göbek ve bel bölgemden formamın altındaki çamaşırlarımı emin oluncaya kadar çekip bırakarak korse giyip giymediğimi kontrol etmişlerdi. Ben bu davranışı onlara yakıştırmasam da onlar bunu kendilerine yakıştırabilmişlerdi. Bilmiyorlardı elbette okula gelebilmem için önce annem tarafından askeri bir disiplinden geçip onay almam gerektiğini. Kafası kızdı mı bugün sana okul yok deyiverirdi. Korse giymek şöyle dursun hafta sonu gelmeden saçımı bile yıkatmazdı.
Onun nazarında hafta sonu yıkanan saç, temizlik; hafta arası yıkanan saç, süslenmeydi. Gidip geldiğim otobüslerde içilen sigaraların isi ve kokusu saçlarıma sinerdi. Ağlamalarım, kavgalarım kesinlikle fayda etmezdi. Çarşamba akşamları saçımı yıkamak isterken gözyaşlarımla yüzümü ve ruhumu yıkardım. Gizli gizli yıkadığımda da hemen anlar ertesi gün okula göndermezdi.
Eti sizin kemiği benim demiş ve beni öğretmenlerime emanet etmişti sanki. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Evden kaçtım bir tane okulda buldum iki tane, evde annem okulda öğretmenlerim göz açtırmıyorlardı. Daha önceleri annem de okumuş olsaydı beni anlardı ve bana bu kadar baskı yapmazdı diye kendi kendime oluşturduğum inancımı, öğretmenlerimin tavırları ve tutumları sayesinde yıkmış ve bunun okumuşlukla, bilgiyle hiç bir ilgisinin olmadığını tamamen insanın yüreğiyle, sevgiyle ilgili olduğunu çok çok iyi anlamıştım.
Okuyup adam olmuşlardı ama benim gözümde insan olamamışlardı. O güne kadar içimde taşıdığım okumuş bir annenin kızı olamamamın acısını dindirdikleri için ve varlığımı iliklerime kadar hissettirdikleri için öğretmenlerimi şükranla anmak istiyorum.
Biri, matematik öğretmenimiz neşesiz Neşe hanımdı. Sınıfa neşesiz girer, kısa boyuyla tahtanın uzanabildiği en üst noktasından tebeşiri adeta bir taşla tahtaya vururcasına takırdatarak yazardı. Dışarıdan tebeşirin takırtısı gibi görünen bu ses, içerden sevginin yüreğinden akmasına engel olan, yüreğini tıkayan, yıllanıp taşlaşan nefretin yansımasıydı. O takırtıya ritmik bir şekilde uyum sağlayan bedeninin görüntüsünden bu sesten haz aldığını anlayabilmek hiç de zor değildi. Tahtayla, tebeşirle ve yarattığı o sesle, meditasyon yapar gibi birleşir bütünleşirdi adeta. Öğrencileriyle sağlamak için çaba dahi göstermediği birliği ve bütünlüğü tebeşir ve tahtayla oluştururdu. Tebeşir ve tahta onun içindeki sertliğin, neşesizliğin dışına çıkıp kendini göstermeye çalışan maddeleşmiş haliydi.
Diğeri, bize biyoloji öğretmeye çalışacağına psikolojimizi yerle bir etmeye çalışan, biyoloji öğretmenimiz Kezban hanımdı. Sınıfa girer girmez masasına oturur, dersi anlatmaz soğuk ve mesafeli bir ruh hali içinde kitaptan yazdırarak, kendi potansiyelinden hiçbir katkıda bulunmadan işlerdi dersi. Sinirlenip bağırıp çağırmaları dışında muhatap olmazdı öğrencilerle. Kendisi sözlü olarak derse hiçbir katkıda bulunmamasına rağmen sık sık sözlü yapardı. Numaramı ezbere bilir, not defterini açıp adımı bulmadan numaramı söyler ve ilk önce beni kaldırırdı sözlüye. Benden sonrakileri not defterinden rastgele bir sayfa açıp şansa göre seçerdi. Bana adil davranmadığından ve onun yaptığı gibi ben de sözlü olarak onunla muhatap olmak istemediğimden kalkmazdım sözlüye. O da büyük bir keyifle sıfırı not haneme yazardı.
Formamdan ve formumdan dolayı bana sıfırlık ve bomboş bir öğrenci anlamını, kendi içindeki benini yüklemeye çalışırdı. Yüklediği anlamın hazzını da sıfırı not haneme yazarken yaydığı biyolojik titreşimlerle fazlasıyla belli ederdi.
Ona ve yaptıklarına rağmen biyoloji sevdiğim bir dersti ve yazılı sınavlara seve seve çalışır onluk not sisteminde dokuzdan aşağı almazdım. Yazılı sınavlarda notumu kırmaz, beklediğim, hak ettiğim notu verirdi. Buna rağmen bana yüklemeye çalıştığı anlamdan asla vazgeçmedi. Einstein olup, biyolojimi hücrelerime, hücrelerimi atomlarıma, atomlarımı atom altı parçacıklarıma ayırsam da yüklemeye çalıştığı anlamı değiştiremezdim. Üç yıl boyunca da değiştiremedim. Her iki öğretmenim de hep kendi içindeki beni gördü.
Yaşam yolculuğumun otuz beş yıllık ilk yarısı reddettiğim alt benliğin varlığını ve alt benliğini tezahür ettiren insanların da var olması gerektiğini kabullenmeyle geçti.
Kendime yaşattığım bütün acıların sebebi buydu. Çocukluğumda annemle başlayan reddetme, reddettikçe çoğalarak, dört bir yandan kuşatılarak, acıtılarak devam etti. En çok içime işlemiş olan çocukluk acılarımı, annemi ve bana yaptıklarını anlamlandırmaya çalışırken yaşadığım çözülmelerle kabullenebildim hepsinin alt benlik davranışlarını.
Bu kabullenmeyle tam anlamıyla özgürleşebildim alt benliğimden ve hem kendilerini hem beni acıtan tezahürlerinden. Dilerim o günden bugüne kadar geçen yirmi üç yıllık zaman aralığında, okumuş öğretmenlerim de okumamış annem gibi kendini ve yaşadıklarını okuma ve anlamlandırma yolculuğuna çıkabilmişlerdir.
Lise üçüncü sınıfta, okulun bitmesine bir hafta kala, bahçede sıra olmuş, sınıf sınıf okula giriyorduk ki, müdür yardımcımız sen doğru idareye git ve beni bekle, dedi. Dediğini yaptım. Beklerken de kendimce idareye çağırılacağım sebepleri aklımdan geçirdim. İyi bir şey için çağırılmadığımdan emindim. Çok geçmeden geldi ve üzerindeki etek mi forma mı dedi. Üzerimde süveter olduğundan formamın üst kısmı görünmüyordu. Süveterimi biraz yukarı çekip forma hocam dedim.
Günlerden cumaydı ve bir sonraki cuma okul kapanacaktı. Pazartesi günü seni bu formayla görürsem okula almam, diplomayı da unut, dedi. Ama hocam nasıl olur, iki günde yeni bir formayı nerden bulurum, bulsam bile bir hafta için ailem zaten yeni bir forma almaz, dedim. O senin sorunun, pazartesi günü gelip yeni formanı bana göstereceksin, dedi. Hocam yapmayın, forması benden daha kısa olanlar var, haksızlık ediyorsunuz bana, dedim. En çok sen göze batıyorsun, seninkini düzeltirsek onların da aklı başına gelir, öğretmenlerinden de forman konusunda çok şikayet alıyorum, dedi. Hangi öğretmenlerim, diye sormadım.
Bir haftalık bir süre için ailemden yeni bir forma isteyemezdim. Bütün gün çareler düşündüm. Bana yeni forma diktirip meydanda sallandıracaklar ve bütün kısa formalı kız öğrencileri yola getireceklerdi. Tam da sallandıracaksın birkaçını bak nasıl düzelir memleket, zihniyetine hizmetten başka bir şey değildi bana yapılan. Bu yüzden önce öğretmenlerime öfkelendim, sonra da sevmediğim tarzda etek diktiren anneme öfkelendim.
Karmakarışık duygularla, allak bullak bir zihinle geçirdim o günü. Eve geldiğimde annemin eskilerinden lacivert bir şeyler bulurum belki diye her yeri aradım. İşime yarayacak hiçbir şey bulamadım.
Pes etmiş ve ağlamak üzereyken içimdeki ses ters-yüz dedi. TERS-YÜZ, sadece bu kadar. İçimdeki ters-yüz diye kısacık ve yumuşacık bir gürlemenin ardından kafamdaki şimşek de çaktı. Formamı ters-yüz edecektim. İç yüzeyi yeni bir kumaş kadar yeniydi. Gıcır gıcırdı hem de.
Çözümü bulmuştum ama annemden habersiz bu ters-yüz işini nasıl halledeceğimi bilmiyordum. Formamla uğraştığımı görürse, hele ki yenilemeye çalıştığımı görürse süslenmek için yapıyorum diye son bir hafta o beni okula göndermezdi.
Evde herkes uyuduktan sonra tek başıma kalmayı çok seviyordum. Annem uykuyu çok sevdiğinden erken yatıyordu ve yattıktan sonra da hiç kalkmaz deliksiz uyurdu. Koskocaman bir üç gecem vardı ve gerekirse sabahlayıp ters-yüz işini bitirecektim.
Sabırsızlıkla herkesin uyumasını bekledim. Önce üç yıllık lise hayatım boyunca başıma açtığı bütün belalara rağmen çok çok severek giydiğim formamla vedalaştım. İkiye ayırdıktan sonra tekrar toparlayamayabilirdim.
Ortaokul dönemimde oyuncak bebeklere ufak tefek şeyler dikmekten çok hoşlanırdım. Ama böyle büyük bir işin altından kalkmamıştım. Önce annemin jiletle yaptığında öğrendiğim gibi bıçak kullanarak formamı iki parçaya ayırdım. Kol ve yaka içlerindeki küçük parçaları da söktüm. Eski, paramparça olmuştu. Ve yeni, henüz ortada yoktu. Yeniyi yaratamayıp eskiden de olup ortada, boşlukta kalacağımdan korkuyordum. Yardım edecek biri olsaydı da tutunsaydım, bana yol gösterseydi ne iyi olurdu diye düşünüyordum. Annem çok iyi yapardı bunu ama ne tepki vereceğini bilmediğim için bu durumu ona anlatamazdım.
Ters-yüz edip yanlardan ve üstten hiç pay bırakmadan önce teğelledim. Sonra iğne ardı denen tarzda başladım dikmeye. Ortaokulda elişi dersinde bir çok dikiş tarzını öğrenmiştim. Annem gibi el becerilerim konusunda ben de iyiydim. Son geceye kalmadan iki gece geç saatlere kadar oturup bütün dikişleri bitirdim. Ayrılan iki parçayı birleştirip bütünleştirdim. Eni ve boyu beş santim kadar uzamıştı ve ışıl ışıl da parlıyordu yeni yüzeyi. Eteğini de birkaç milim olacak şekilde içe kıvırdım. İç tarafından dikişlerin üzerini de ütüledim. Son rötuşları yaptım. Sorunu yaratan dizlerimin görünmesiydi ve dizlerim kapanmıştı.
Pazartesi günü anneme görünmeden evden çıkabilirsem müdür yardımcımız beni yola getirerek, kendini dünyayı yola getirmiş gibi hissedip egosunu bir kez daha şişirecekti. Öğretmenlerim de içlerindeki huzursuzluğu dışta beni bitirerek bir süreliğine yok ettiklerini sanacaklardı.
Sabah annemi uyandırmamak için bir tüy gibi hafif ve sessiz uçuverdim evden dışarı. Arkadaşlarım formamı yeni diktirdiğimi zannettiler. Müdür yardımcımız da şimdi oldu, sonunda öğrenciye benzedin dedi ve çekti gitti. Kısa boylu, şişman, uzun ve bol formalı olsaydım, bir de gözlük kullansaydım daha çok öğrenciye benzetirlerdi beni ve bunlar başıma hiç gelmezdi. Ama iyi ki böyle yaratmış rabbim beni ve olan biten her şeyi, özellikle beni acıtıp varlığımı hissettiren her şeyi iyi ki yaşatmış bana. İyi ki bunları yaşamama sebep olan formamı armağan etmiş bana. Hepsinin mükemmel kurgulanmış bir planın ve seçtiğim yolun bir parçası olduğunu çok iyi biliyorum. Bana özel, benim yolum, BEN’e giden yolculuğum.
Diplomamı aldığım gün yeni bir forma diktirmediğimi itiraf edip şişen egolarını patlatmayı düşünmüş olsam da bundan vazgeçtim ve hem öğretmenlerimi hem de müdür yardımcımızı Tanrı ‘ya havale ettim.
Kendimi bildim bileli benimle uğraşanları hep O’na havale ederdim. Ve şu günlerde ilahi adaletin yoğun olarak yeryüzüne indiğini, havale ettiğim kişilerin de ters-yüz edilmek üzere ait oldukları yere gönderildiklerini görüyorum.
Öğretmenlerim ve müdür yardımcımız da bundan nasibini muhakkak almıştır. Ben onları da affettim ama ilahi adaletin affetmediğini, kötülüğü bana değil kendilerine yaptıklarını çok iyi biliyorum. Bundan sonra havale etmeme bile gerek olmadığını ve herkesin ve her olanın O’na emanet olduğunu da çok çok iyi biliyorum artık.
Annelerimiz eskiyi yeni yapmayı, ters-yüz etmeyi çok iyi bilen ve bunu da biz çocuklarına, gözümüzün önünde defalarca yapa yapa, bilinçaltımıza işleyerek miras bırakan bir kuşaktı. Bu ters-yüz ve eskiyi yeni yapmayı dıştan içe, kendilerini ters-yüz etmeye, yenilemeye dönüştürenlerde vardı aralarında. Kendilerine tutunup, kendilerini var edenler ve kendilerini var etmeye çalışırken eskinin artık ters-yüz edilemeyecek kadar onları yıprattığını görüp, annem gibi göçüp gitmeye karar vermiş olanlarda vardı. Annelerimizden bize miras kalan eskiyi yeni yapmalar ve ters-yüzler bir provaydı aslında.
Benim köşeye sıkışıp formamı ters-yüz etmem de geleceğimin bir provasıydı. Bir gün bana olan hizmetini tamamlayacak ve bana dar gelecek olan eski inançlarımı, eski gerçeğimi, eski benlerimi yenileriyle ters-yüz etmem için, yaşam denen öğretmen beni köşeye sıkıştıracaktı. Bana bu ters-yüz işini kendime tutunarak ve kendi çabamla yapmam gerektiğini anlatan bir provaydı. Ben’im eskidikçe ihtiyacım olan yeninin, formamın iç yüzeyi gibi pırıl pırıl ve sadece bir ters-yüz mesafesinde, eskinin tersinde, eskinin öbür yüzünde, içimde olduğunu gösteren mükemmel bir provaydı.
Biz de annelerimizden bize kalan bu dışsal ters-yüzü, içsel ters-yüz ile, ters-yüz edip çocuklarımıza miras bırakacağız. Bunun için çocuklarımızı zorlamamız gerekmiyor. Bizim annelerimizi, eskileri ters-yüz ederken gördüğümüz ve ihtiyacımız olduğunda onlardan habersiz profesyonelce uyguladığımız gibi, kendimizi ters-yüz etmemiz yeterli olacaktır.
Biz eskiyen benlerimizi yenileriyle ters-yüz ettikçe ve bunu yaşamımıza geçirdikçe, biz dönüştükçe çocuklarımız da dönüşecek ve eski benlerini yeni benleri ile ters-yüz etmeyi profesyonelce başaracaklardır.
Nerden mi biliyorum? Bilgilerimi hep aldığım yerden, yaşamımdan, kendi kızımdan. Benim annemin ayak izlerinden yürüdüğüm gibi o da benim ayak izlerimden yürüyor da ondan.
Ve bir gün kızım da, benim kendime ve yaşam planıma en uygun anneyi seçtiğimi anladığım ve annemle gurur duyduğum gibi, annesini anlayacak ve annesiyle gurur duyacak.
Nerden mi biliyorum? Son günlerde yaşadığı farkındalıklarla, yaşadıklarını ve kendisini anlamlandırmaya ve eskileri içsel olarak ters-yüz etmeye başladığından. Ve ben bunun için hiçbir zorlama yapmadım. Kendimi ters-yüz etmekle meşguldüm ve bir de baktım ki kızım da dönüşmeye başlamış ve bana dönmüş.
Müdür yardımcımız, sen formanı yenilediğinde forması kısa gelen kız öğrenciler de formasını yeniler, deyip beni sallandırmıştı, ne iyi etmişti.
Ben de şimdi kendimi ters-yüz ettikçe ve bu kızımın aynalığında yaşamıma yansıdıkça buradan kendimi sallandırmak istiyorum. Belki benim ettiğim ters-yüzler, edilmesi gereken ters-yüzleri harekete geçirir. Benlerimizin eskidiğini ve artık bize hizmet etmediğini anlamaksa çok kolay. Yaşam denen öğretmen bir yandan bolluk ve bereketi eksilterek, bir yandan sevgiyi eksilterek, bir yandan değer duygusunu eksilterek ve hala da anlayamamışsak sağlığımızı eksilterek bizi dört bir yandan köşeye sıkıştırmaya başlıyor. Bunlardan herhangi biri ya da bir kaçı tarafından köşeye sıkıştırıldığımızın farkına vardığımızda, neyi ters-yüz etmem gerekiyor diye kendimize sormamız yeterlidir. Yenilenmeyi bekleyen eskiler sırasıyla bize gelecektir.
Yaşam denen okuldan diplomamızı alıp ruhumuzun yaratıcılığını ve zenginliğini yaşamımıza geçirinceye kadar ters-yüze devam.
Bütün eskileri yenileriyle ters-yüz etmeyi başarıp, ruhunun yaratıcılığını ve zenginliğini yaşayabilen ben’imi içimden dışıma ters-yüz edip sallandırılmayı seçiyorum.