Sabah gözümü açtığımdan itibaren saatlerce pırıl pırıl parlayan denize diktim gözlerimi. Kilitlenmiştim adeta. Neredeyse, 7×24 çalışan biri olarak bedenim masa başındaydı ama ruhum derya deniz, çayır çimen süzülüp duruyordu…
Bazen, hatta çokça, hele de böyle güzel havalarda ten kafesim iyice dar gelir, ruhum o kafesi parçalayıp dışarı fırlamak ister.
Bu duygu o kadar yoğun olur ki herhangi bir engelim olmamasına rağmen çakılır kalırım olduğum yere. Gitmem hiçbir yere, gidemem… Nereye ve ne kadar gitsem az gelecektir zira…
Ruhum okyanusların üstünde uçmak isterken, binip bir tekneye boğaz turu yapmak mesela, çok az, çok kısıtlayıcı gelir…
Arzuların, yapabileceklerinden fazla olduğu ve insanın elini kolunu bağladığı anlardan biridir belki de bu an…
İşte böyle anlarda, hayal dünyama sığınırım alabildiğine; e adımız ”hayalperest”e boşuna çıkmamış herhalde:)
Şu dünyada gerçek sanarak yaşadıklarımızın esasında bir rüyadan ibaret olduğunu ömrümün hangi zaman diliminde farkettim hatırlamıyorum. Ama uzun, çok uzunca bir süredir, zamanın ”an”dan ibaret olduğunu, geçmiş ve gelecek diye bir şeyin ‘’aslında’’ olmadığını hissederim sıklıkla ve yoğunlukla…
Düşünüyorum da, geçen sene bugünlerde, çalışma masamın başında hayal kurarak değil de bir geminin güvertesinde aşıyordum okyanusu… Gerçek gibi görünen o deneyim de şu anda bir hayalden, hafıza kartımda yer alan bir takım görüntülerden ibaret işte… Hem, ne malum o gemi gezisini de rüyamda görmediğim, hayalden öte olmadığı?…
Albümlerimizdeki fotoğraflar geçmişte yaşadığımız günlerin gerçek olduğunun kanıtları, diyeceksiniz belki ama hatırlatırım: Bilimciler çok yakında rüyaların da resmini çekebileceklerini açıkladılar.
Bilim bu müthiş buluşu gerçekleştirdiğinde, bir albüm getirseler önümüze ve içinde hem yaşadığımız anların, hem de rüyalarımızdaki anların fotoğrafları olsa, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu nasıl ayırdedebileceğiz acaba?… Karışmayacaklar mı birbirlerine?…
Rüyasında kelebek olduğunu gören ve uyandığında, ”Acaba ben rüyasında kelebek olduğunu gören adam mıyım, yoksa adam olduğunu gören kelebek miyim?” diye soran Lao Tzu gibi karışmayacak mı bizim de aklımız?…
Sonuçta dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geliyorum:
An içinde ‘’an’’lar vardır ve sen içinde bulunduğun ‘’an’’da, hangi ‘’an’’ı hissediyorsan ondasındır. Tüm mesele de bundan ibarettir ve seçim tamamen sana kalmıştır.
İçinde olmayı seçtiğin an halini belirler kısacası ve açıkçası.
Bence en güzeli, en üst mertebede yaşanan özgürlük ve mutluluk halidir. Bu hali deneyimlediğinde hayal ve gerçek diye bir derdin yoktur. Çünkü hakikatin içindesindir.
Koşulsuz sevgi, mutluluk, huzur, bilme, güven…. Adına ne dersen de, tüm bunların hepsi ve hiçbiridir hissettiklerin. HİÇ ile HEP birleşmiştir. Sonsuz, sınırsız bir boşluk hissiyle dopdolusundur. Çevrende kıyamet kopsa da sen her şeyin mükemmel olduğunu hissedersin. Hiçbir şey huzurunu ve neşeni bozamaz.
Bir damla alkol bulunmasa da damarlarında, sarhoş ve esriksindir alabildiğine…
Sakın ola ki bilimsel bir açıklamanın peşine düşmeyin böyle anlarınızda. Bilimsel ve de kimyasal analizleriyle rezil ederler o çok güzel, o hep yaşanılası cennetsi halleri. Zaten, kelimeye dökmeye kalksanız içinde bulunduğunuz hali, ‘’deli’’ bile derler size. Onun için de susmak ve sindire sindire hissetmek; o anı, o özel ruh halini hücrelerinize kaydetmek en iyisidir.
İnsan, sonsuzluk boyutundaki cennetini de cehennemini de bu dünyada hazırlarmış gerisi boş laftan ibaretmiş… Dolayısıyla, bu özel ruh hali de ‘’iyilik içinde olma’’ çalışma ve çabalarının sonucunda geliveren lütuf anlarına dahildir zannımca.
Böyle anları yakaladığınızda değerini çok iyi bilmeli ve ‘’cennet halleri’’ deponuza atmalısınız ki ‘’cehennem halleri’’ne düştüğünüzde sığınacak bir limanınız, gerçek sandığınız kabuslarla başetme gücünüz ve bilginiz olsun.
Hem, madem ki her şey son tahlilde ve an itibarıyla bir hayalden ibaret… O zaman biz de hafıza kartımızdaki hayallerin sadece iyi ve güzel olanlarını seçsek, kötü olanlarını da -onlardan çıkardığımız dersleri bilgi deposuna aktardıktan sonra- silsek yok etsek ne olur sanki…
Sahi, ne olurdu her ”an” ımızı kötü anılardan kurtulmuş olarak memnun mesut ”bilinçli şizofrenler gibi” yaşasaydık kendi dünyamızda…