Bundan on yıl öncesine kadar, ders kitapları dışındaki herhangi bir kitabı, değil başından sonuna kadar, iki paragrafı bile okuyacak ne sabrım, ne istikrarım ne de alışkanlığım vardı.
Öte yandan, çocukken yaşadığım bölgenin hatırı sayılır hacı amcalarından mütemadiyen işittiğim günahlar-sevaplar, sünnetler-farzlar ve melekler-şeytanlarla ilgili bilgiler, farkında olmadan bilincime yer etmiş olacaktı ki, ortaokulda “Din Kültürü” dersinde hiç çalışmadığım halde başarılı olmamı sağlamıştı.
Öğretmenim de bu başarımın ödülü olarak, Ahmed Günbay Yıldız’ın “Dallar Meyveye Durdu” adındaki kitabını hediye etmişti. Elbette bununla da kalmayıp, okuduktan sonra özetini çıkartıp, tüm sınıfa anlatmamı istemişti.
İlk kez kitabım olduğu için çok sevinmiştim sevinmesine fakat özet çıkartma kısmı açıkçası pek hoşuma gitmemişti. Üstelik iki yüz sayfalık kitabı nasıl okuyacağımı düşünüp, gözümde epeyce büyütüyordum. Öyle böyle bir şekilde okumaya başlamıştım.
Aman tanrım! Adeta işkence gibiydi, devam edemiyordum. Birkaç satır okuduktan sonra, ya uykum geliyor yada dikkatim sağa-sola kayıyordu. “Bu böyle olmayacak” diyerek kendimce uydurma bir formül bulup, kitabın en başından, ortasından, bir de sonundan ikişer paragraf okuyup, anladıklarımı deftere yazmıştım. “Al sana özet işte, az da değil tam bir sayfa tuttu” diyerek, ertesi sabah hazırladığım özeti güya marifetmiş gibi sınıfta heyecanla anlatmıştım anlatmasına da kim ne anlamıştı yada ne kadar inandırıcı olmuştu? Bilemiyorum…
Bu olayla birlikte gelişen hayatımın ilk kitabı, sabırsızlığım ve özensizliğimden dolayı yarım kaldığı gibi, maalesef evin bir yerlerinde de kaybolup gitmişti.
Özet konusundaki tutumumdan ve aldığım hediyeye karşı özensizliğimden ötürü kendimden, öğretmenimden ve sınıf arkadaşlarımdan “Özür diliyorum…”
Yıllar sonra lisede okurken teneffüslerden birinde bir arkadaşım, Turan Dursun’un “Din Bu 1:Tanrı ve Kuran” adındaki kitabını okuyordu. Din konusuyla ilgili her zamankinden farklı, enteresan bilgiler yazdığından bahsetmişti. Arkadaştan kitabı ödünç alıp okumaya başlamıştım. Sorgulatıcı bir anlatım tarzı vardı. Kitabı neredeyse yarılamışken, o sırada bir başka arkadaşın, kitabın yazarının bu konulardan sebep suikasta uğradığını söylemesi üzerine, korkumdan kitabı sahibine geri vermiştim.
Böylelikle hayatımın ikinci emanet kitabı da saçma bir korkudan sebep yarım kalmıştı.
Nihayetinde üçüncü ve son yarım kalan kitap hikayem de, 1997 yılında çalıştığım işyerinde tanıdığım, adeta yürüyen kütüphane gibi olan arkadaşım Lale ile gerçekleşti.
Lale o kadar ilgiyle ve hızlı kitap okuyordu ki, imrenmemek elde değildi. O ana kadar yakın çevremde böylesi hevesle kitap okuyan birine hiç rastlamamıştım.
Kendisi o günlerde Frank McCourt’un “Angela’nın Külleri” isimli kitabını okuyordu. “Eğer okumak istersen bitirince verebilirim” deyince, açıkçası biraz gözüm korkmuştu çünkü çok kalın bir kitaptı. Fakat öte yandan kitaplara olan ilgisine o kadar çok imrendim ki, bir an önce o kitabı alıp okumak istiyordum. Nihayetinde kitabı ödünç alıp, büyük bir keyifle okumaya başladım.
İlk kez bir kitabı sabırla ve severek okumanın mutluluğunu yaşarken, ne olduysa Lale ile iş nedeniyle basit bir mevzudan tartıştık ve bunun üzerine bir süre dargın kaldık. Bende gurur meselesi yapıp, çocukça bir edayla kitabını geri verdim. Öte yandan “Acaba kitabın devamında ne yazıyordu?” diye meraktan da çatlıyordum. Neyse ki birkaç gün sonra barıştık ama kitap zaman aşımına uğradığı için, tekrar isteyip okuyamamıştım. Fakat ona rağmen o kitap aklımda her zaman ilk aşk tadında yer etmiştir.
“Oyun üçtür” misali, o hevesle etrafımdaki arkadaşların ve tanıdıkların beğendiğim kitaplarını ödünç alıp, okumaya başladım. Okuduğum kitap sayısı arttıkça, benim de okuma hevesim artıyor, ufkum genişliyordu.
Yine de buna rağmen kendime bir kitap satın almak hiç aklıma gelmiyordu. “Nasılsa başkasında var, neden boşuna satın alayım. Hem karşı tarafta razı paylaşmaya sorun yoktur” şeklindeki bedavacılık ve ihmalkarlık mantığıyla maalesef kendime ait bir arşiv oluşturamamıştım.
2000 yılında, bir başka işyerinde tanıştığım arkadaşım Bade, sıradan bir günde içinden gelerek, Doğan Cüceloğlu’nun “İçimizdeki Biz” kitabını satın alıp, bana hediye etmişti. O günden sonra kitapların değerini fark etmiş olacaktım ki, o hediye benim için çok anlamlı olmuştu. Kaybolan kitabımdan sonra bu kitap, ilk kitabım olmuştu ve yeni alacağım kitaplara doğru yol açılmıştı.
Bu ilk kitabımı ilgiyle okuduktan sonra, bana ait bir kitabı okumam ile, ödünç alıp okumam arasındaki algılama farkını da çok daha iyi kavramıştım.
“Hediyenin büyüğü, küçüğü olmaz,” fakat manevi değeri bakımından özenli olunmasının karşı tarafa verilen değer açısından önemli olduğu kanaatindeyim.
Düşünün ki hediye edeceğiniz, özenle seçilmiş herhangi bir kitap, günün birinde o kişiye kim bilir ne büyük farkındalıklar, armağanlar sunacak?
Ben de bu armağanın bilincine vardığımdan beri artık dostlarıma hediye alacağım zamanlarda, genellikle kitap almayı seçiyorum. Kişi okumaya eğilimli olmasa da, o an okumak istemese de, inanıyorum ki, o kitabın bir gün mutlaka yeri ve zamanı gelecek ve amacına hizmet edecektir.
Böylelikle evimizin bir köşesindeki vitrinde, özenle sergilediğimiz çanak, çömleklerimiz gibi kitaplarımızı arşivlemek için de aynı özeni göstermenin, hem bize hem çocuklarımıza hem de konuklarımıza, görsel imgeleme yoluyla kitaplara karşı teşvik uyandırıp, okuma bilinci kazandıracağı inancına vardım.
Öte yandan, bazı ebeveynlerin çocuklarına “Neyi alışkanlık edinmek istiyorsan, onunla ilgilenen çevren ve arkadaşların olsun!” şeklindeki yönlendirmelerine tanık oluyorum.
Oysa bilinç seviyemiz, enerjimiz o an neye hazır ve yakınsa, istediğimiz şeylere doğru bizi zaten yaklaştırıyor. Dolayısıyla ekstra çaba harcamaya da gerek kalmıyor.
Tıpkı, kitap konusunda Lale ve Bade’yi hayatıma çekmem gibi.(Lale & Bade, her ikinize de çok teşekkür ederim. Sizler sayesinde birbirinden harika kitaplarla dost oldum.)
Sevgili dostlar, açıkçası benim gibi okuma alışkanlığı olmayan birinin, bir gün kitapları zevkle okuyacağı ve üstelik onlarla ilgili bir yazı yazacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Eee yaşam bu! İnsana ne zaman, nasıl bir sürpriz yapacağı hiç belli olmaz!…