Annemle ilgili öğrendiklerim içimin yumuşamasına neden olurken, elimde ona kızmam için pek bir şey kalmamıştı ama kırgındım. Yaşlı bir çocuğa ne diyebilirdim ki… Onun savaşı benimle değil kendinleymiş, çünkü ben de kendimle kendi savaşımı veriyordum.
Artık yavaş yavaş kişilerin savaşlarının benimle olmadığını anlamaya başladığım dönemlerdeyim.
Eğer kendime bakabilirsem, karşımdaki insanın neler yaşayabildiğini anlayabilirdim fakat burada çok ince bir çizgi vardı. Evet, onları anlayabilirdim ama onların bana sürekli hoşlanmadığım şekilde davranmasına izin mi verecektim veya onlara hak verip kendimi haksız mı çıkaracaktım? İşte bu noktada bocalıyordum, “Atın tokadı, istediğiniz kadar atabilirsiniz, ben buradayım mı yoksa kimse kusura bakmasın ama ben canımı sokakta bulmadım,” mı?!… Nerede “DUR” demeliydim? Bazı şeyler de benim için yeniydi.
İşte o günlerde bir akşam telefon çaldı…
1992 yılında ilk ve en ağır depresyonumu yaşayıp, intihar noktasına geldiğim dönemlerden sonra iyi bir terapist arayışına girmiştim. Uzun bir araştırmadan sonra 1995 yılında, “Bende normal olmayan bir şeyler var!” diyerek 2 yıl bireysel terapi aldığım, 1999 yılında da 3,5 aylık grup terapisine gittiğim psikologum, son karşılaşmamızdan 4 yıl sonra karşımdaydı.
Hayatta bir olay karşısında çözümsüz olmadığımın ipuçlarını görmemi sağlayan İlk Öğretmenim… O kapıdan her ayrıldığımda “en iyi öğrencimsin” diye bana olan inancını koruyan ve o yolda bana destek olan öğretmenim… Onun bana açtığı yol, benim kendi yolumu bulma nedenimdir!
Telefonda, farklı bir çalışma yapacağını ve bundan faydalanabileceğimi söyledi. Bu sefer uzun bir yolculuğa(!) davet vardı ve ben tekrar aynı ustanın elindeydim! Eskilerden çok farklı bir geçiş imkanı!
Çalışma Abant’ta yapılacaktı ve bu bana, yıllar önce hayata küsmüş, karamsar bir Meryem iken nereye yol aldığımı gösteren çok büyük bir tecrübe olacaktı.
Evet, bu Meryem’in uyku-uyanıklık arasında olan hikayesiymiş…
Bir zamanlar Meryem adında biri varmış… Bir gece uykuya dalmış. Meryem uykuda iken bir rüyanın içinde birçok rüyalar görürmüş.
Rüyasında, merdivenlerden dört kapının açıldığı bir avluya inmiş. Her kapının üzerinde bir şey yazılıymış. İlkinde “evim”, ikincisinde “iş hayatım”, üçüncüsünde “sevdiklerim”, dördüncü kapıda da “ben” yazıyormuş.
O kapılara tek tek girerken ilk kapıda, çocukken söylenip de bir türlü alınmayan ama sonradan kendisinin aldığı bisikletini, tüm pencerelerinin açık olduğunu, o evde huzurlu ve güvende olduğunu görmüş. Bu sefer ki yalnızlığından keyif alıyormuş ama yine de akşamları korktuğu için dışarı çıkamıyormuş.
İkinci kapıda, işini sevdiğini ve etrafındaki insanların farklılığını görmüş. Orada bazı insanların gerçekten diğerlerine zarar verip, küçük hesaplarla uğraştıklarını, gözlemlemeyi bırakıp harekete geçmesi ve bunlara sessiz kalmaması gerektiğini anlamış.
Üçüncü kapıda, sevdiklerinin ona çok acı verdiğini görerek gözyaşlarını tutamamış. Ayrıca onların sorunlarını kendi sorunu gibi benimsiyormuş. Onlara veda etmesi gerektiğini ve ayrılığın acısını yüreğinde hissetmiş.
Son kapıda ise geçmişe ait bazı şeyleri geride bıraktığı için kendini takdir etmiş ve belirsizliğe güvenmenin tadını almaktan mutluymuş. Ama bazen hem kendi gücünü reddediyormuş hem de yardıma ihtiyacı olduğunda birilerinden yardım isteyemiyormuş.
Avluya geri döndüğünde, dört kapının arkasında yaşamı ile ilgili gördükleriyle kendine karşı çok dürüst olması gerektiğini anlamış. “Kapıların arkasında gördüklerim gerçekten olanlar mı, yoksa olmasını istediğim görüntüler mi?” diye düşünmüş ve sonunda bu gördüklerini “olanlar” olarak tanımlamış.
Fırsatı olsaymış, gördükleriyle ilgili değişiklikler yapmak isteyeceğini fark etmiş…
İlk kapıda; “Çocukluk hayallerimi gerçekleştirebilirim. Korksam da akşamları dışarı çıkabilir ve eğlenebilirim,”
İkinci kapıda; “İşim haricinde verdiğiniz işlerin hepsine ‘evet’ demeyebilirim ve yaptıklarınızdan, davranışlarınızdan ben sorumlu değilim,”
Üçüncü kapıda; “Üzgünüm ama fazlasını veremem. Sizin için ilk adımı atarım ama sonrasına eşlik etmeyebilirim. Çünkü sorunlar sizin sorunlarınız ve size ait! Çözümlerini de kendiniz bulabilirsiniz,”
Dördüncü kapıda ise “Güçsüz hissettiğimde geçmişte yaptıklarıma bakıp yapabildiklerime sahip çıkabilirim. Yardıma ihtiyacım olduğunda karşı tarafın durumunu da düşünerek “yardım” isteyebilirim ve bunun için uygun zamanı beklerim. Eğer üzerime fazla yük alıyorsam kızmak yerine kendime ‘DUR’ diyebilirim,”…gibi değişikliklermiş bunlar.
Tam bu sırada avlunun ortasında bir taht görmüş. Tahtın üstünde büyük altın harflerle “Mucizeler Tahtı” yazıyormuş. Eğer bu tahta oturursa istediği mucizenin gerçekleşeceğini biliyormuş. Tahta oturmuş ve ihtiyacı olan mucizenin gözünün önünde belirmesini dilemiş. Gözünün önünde şöyle bir mucize canlanmış:
Uzakta bir tepe… Ayakta duran ve yüzünü göremediği bir kadın… O kadının üzerinde yerlere kadar uzanan bembeyaz bir elbise, başında bir taç ve elinde zurnaya benzeyen üflemeli bir müzik aleti… Uzaklara bakıp bir şey bekliyormuş gibi…
O anda karşıdan bir ışık parlamış. Genişleyerek yayılan ışığın içinde bu kadın elindeki müzik aletini çalmaya başlamış. Birden enstrümanının içinden rengarenk çiçekler yukarı doğru yükselmiş. Yükselen bu çiçekler, yukarıdan aşağı doğru süzülerek yere inmiş ve aşağıdan yukarı doğru onun tüm bedenini çevreleyerek etrafında dans etmeye başlamış. O, hem havada hem de üzerinde uçuşan, dans eden çiçeklerin içindeymiş ve onlarla beraber dönerek dans ediyormuş.
Bu kadın, ışıklar ve beyazlar içinde tıpkı bir kraliçe gibiymiş.
Görüntü ona yaklaştıkça yumuşacık bir ses müzikle beraber yayılmaya başlamış. “Ben Işıklar Kraliçesiyim… Ben Işıklar Kraliçesiyim”… O, bir annenin çocuğuna sevgi ve şefkatle dokunuşu gibi, “Seni seviyorum, seni seviyorum, seni…”, diyormuş.
Işıklar Kraliçesi gittikçe yaklaşırken, o anne sevgisi ve şefkati Meryem’in tüm benliğini sarmış. Meryem’in gözlerinden mutluluk gözyaşları akarken bu dokunuşu yüreğinin ta derinlerinde hissetmiş. Yüz yüze geldiklerinde ise onda kendi yüzünü görmüş. Hala çalan müziğin içinde beraber dans etmişler.
Meryem bir an, “Böyle bir mucize olabilir mi?” diye düşünmüş ama hayatında birçok şeyin değiştiğini hatırlayarak, böyle mucizelerin olabileceğini fark etmiş. Çünkü o, artık mucizelere inanıyormuş.
Tahttan kalkmış ve daha önce aşağı indiği merdivenlerden yukarı çıkmış. Merdivenlerin başına gelip durduğunda artık yolculuğunun başladığını anlamış.
Başlayan yolculukta içindeki kahramanı fark etmesine yardımcı olacak “işaretler” aramaya başlamış.
O sırada, birden çocukluk kahramanını görmüş. Bu kahraman çok gezip, yeni yerler, yeni bilgiler öğrenip sunarmış. Karşısındakilere söz hakkı veren, onları dinleyen, çocuklara bir birey gibi davranan, sevgi dolu ve hoşgörülüymüş.
Sonra farklı ve aykırı ünlü birini görmüş. O bir sanatçıymış… Hedeflerini gerçekleştiren, kendine göre inançları olan ve yaptığı işe emek verenmiş.
Ardından çok sevdiği bir hayvan görmüş. O derinlerde yüzen, insanlarla iletişim kurabilen, sevimli, hareketli, oyunbaz, zeki ve sezgileri güçlü olanmış.
Sonrasında hayatını etkileyen önemli birini görmüş. O bir öğretmenmiş… Araştıran, azimli, sorumluluk sahibi ve risk alabilenmiş.
Daha sonra kendisinin bir parçası olan karşı cinsten eşini görmüş. O bir erkeksi güçmüş… Kararlı, aktif ve yeteneklerini kullanabilenmiş.
Son olarak da bir Tanrıça görmüş. Cesur, güçlü, savaşçı, sabırlı ve sezgilerine güvenenmiş.
Birden bu özelliklerin bazılarının kendisinde de olduğunu yani onlara sahip çıkabildiğini ama bazılarının kendisinde olmadığını yani aslında bu özelliklere sahip çıkamadığını fark etmiş. Bunlar sabır, hoşgörü ve sorumlulukmuş. Ayrıca, sorumlu olmakla destek olmayı birbirine karıştırdığını, diğerlerinin de zamanla oluşabileceğini anlamış.
Bunların içinden kendisine en uzak ve söylemesi en zor geleni seçmiş. Bu, “Başkalarının sorumluluğunu almak istemiyorum” cümlesiymiş. Çünkü bu onu çok yoruyormuş.
Bu yolda ilk adımını atarak o cümleyi, “Ben başkalarının sorumluluğu almayabilirim,” diye değiştirmiş ve daha rahat hissetmiş.
Daha sonra kendini ormanda bulmuş. Ormanda yürürken bir ağacın üzerinde “Kahramanın Evine Gider” yazılı bir tabela görmüş.
Patika bir yolda ilerlemeye başlamış. Etrafta birçok ağaçlar, çiçekler varmış ve mis gibi kokular geliyormuş. Kuş ve başka hayvan sesleri ile suyun şırıltısını duymuş. Sonra bir dereye gelmiş ve onun içinden geçerek kahramanın evine ulaşmış.
Bu ev iki katlıymış… Dış cephesi sarı, pencere pervazları ile ahşap kapısı beyazmış. Heyecanlanarak kapıyı çalmış. Kapı yavaşça açılmış ve kahramanla karşılaşmış. Bir süre birbirlerinin gözlerine bakmışlar… Onun sadece gözlerini görebiliyormuş ve gözleri ışık saçıyormuş. Bunu daha önce de gördüğünü, o gözlerin kendi gözleri olduğunu anlayarak içini bir sevinç kaplamış.
Evin içine girmişler, ev gökkuşağı gibi rengarenkmiş. Sonunda merdivenlerden çıkarak kahramanın en sevdiği odaya, çatı katına gelmişler. Yeşil, küçük bir masanın etrafında karşılıklı konuşmaya başlamışlar.
Meryem kahramana üç soru sormuş:
-Senin gizli adın nedir?
-BEN.
-Senin amacın nedir?
-Meryem’e ulaşmak!
O, bir süredir kahramanı arıyormuş ama onun da ona ulaşmak isteyebileceğini hiç düşünmediğini fark etmiş ve son soruyu sormuş.
-Peki benim ne yapmamı istiyorsun?”
-Kitabını yazmanı!…
Bir süre bu konuda sohbet etmişler. Ayrılma zamanı geldiği için birlikte kapıya doğru yürümüşler. BEN, kapıyı açtığında içerisi güneş ışığıyla dolmuş. Son bir kez birbirlerinin gözlerine bakmışlar ve sarılmışlar. O anda bir mucize gerçekleşmiş.
İkisi bir bütün haline gelmiş ve Meryem, kahraman BEN’e dönüşmüş. Bu buluşmanın onu daha da güçlendirdiğini fark etmiş. Evin kapısında durarak kendisinin yeni halini düşünmüş. Artık yolculuğa çıkmaya hazırmış.
O sırada uzaktan gelen nal sesleri duymuş. Bir atlının kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu görmüş. Atlının elinde bir mesaj varmış. Mesajda kahramanlar şölenine davetli olduğu yazılıymış.
BEN, o akşam yapılacak şölene katılmak için sancağını hazırlamış. Sancağın zemini çok açık maviymiş. Ortasında kırmızı bir kalp, kalbin içinde kanatlarını açmış yeşil bir kuş ve ikisinden de yayılan sarı güneş ışınları varmış.
Üzerine de beyaz ve sarının hakim olduğu çok güzel bir kıyafet seçmiş. Şapkasına da güne bakan çiçeği armasını takarak, diğer kahramanların da bulunduğu şölen yerine gitmiş.
Kapıdan içeri girerken diğer kahramanlara, “Benim adım BEN… Uzun süre karanlıkta kaldım ama artık ışığa sahibim. Bu ışıkla sevgi saçarım ve özgürlük şarkıları söylerim… Amacım, yapabildiklerimi diğer insanlarında yapabileceğine inanıyor olmam… Bu yüzden ileride kendi hayatımı anlatan bir kitap yazmak ve bilgilerimi onlarla paylaşmak istiyorum”…diye kendini tanıtıp amacını söylemiş.
Diğer kahramanlarda hep bir ağızdan, “Evet BEN, bunu yapabilirsin… Bunu başarabilirsin”…deyip, büyük bir coşkuyla onu alkışlamış ve desteklemişler. BEN, bu sözlerle amacını gerçekleştirebileceğine daha da çok inanmış.
Diğer kahramanlar da kendini tanıtıp, amaçlarını açıklamışlar. BEN, bu yolculukta yalnız olmadığını, her kahramanın amaçlarına ulaşmak için birbirlerine destek vermeye istekli olduklarını ve karşılaştığı o kahramanların aynı zamanda farklı amaçları olduğunu görmüş.
Sonra ziyafet için hazırlanmış büyük masalara oturup, lezzetli, çeşit çeşit yemeklerden yenilmiş. Ortada yanan ateşin etrafında danslar edilmiş, şarkılar söylenmiş, sohbetler yapılmış, şiirler okunmuş ve kadeh kaldırmışlar hayata… Şölen muhteşem olmuş.
BEN sohbetler de günlük yaşamındaki diğer insanlarla ilişkileri ile şu anda birlikte olduğu kahramanlarla olan ilişkileri arasında, “korku, endişe” gibi benzerlikler olduğunu görmüş.
Birden bedeninde çeşitli ağrılar, gerginlikler, kasılmalar ve rahatsızlıklar hissetmiş. Bunların, kendini ifade etmesinin engellenmesiyle ilişkili olduğunu ve dolayısıyla bunun kendi bedeninde süregelen bir savaş olduğunu fark etmiş.
Bu savaş, bedenini bükülüyor, geriliyor, itiliyor, sıkıştırılıyor, çekiliyor, bastırılıyor, batırılıyor, zonkluyor-muş gibi etkiliyormuş.
Bedeninde ortaya çıkan bu sıkıntıların, içindeki başka bir gücün birbirleriyle çatışmalarının bir sonucu olduğunu anlamış.
Bu güç onu “korku” yoluyla engelliyormuş ve onun adı, “KORKU MELEĞİ” imiş.
Korku meleği, bir kuyunun içinden yeryüzüne çıkarmış. Yeraltında, derinlerde ve karanlıkta yaşarmış. Kocaman ve keskin gözleri, çok büyük kulakları, nerede bittiği belli olmayan bir bedeni ve kanatları varmış. Onun dünyaya geliş amacı, insanlığa korku yaymakmış.
Korku meleğinin korkuları açığa çıkarma, karanlıkta ve nefessiz bırakma, engelleme, sürekli izleme, takip etme gibi özellikleri varmış. Kendini korumak için her an tetikteymiş ve “Dur!” diye ihtar vererek, her şeyin önüne bir set koyarmış. Aynı zamanda da rüyaları kullanırmış ve geçmişi hep canlı tutarmış. Bu onun kendini savunma yollarıymış. O da kahramanların “bedenlerini” kullanarak, onlarla başa çıkarmış.
BEN, kendisini bu hale sokmaya çalışan bu güç ile başa çıkmak durumunda olduğunu fark etmiş. Korku Meleğiyle karşı karşıya geleceği içinde kendisine “yardımcı güç objesi” bulmak üzere, ormanda bir gezintiye çıkmış. Çünkü bu yardımcı güç objesi, karşılaşma anında ona rehberlik edecekmiş. O, aramaya çıktığı bu şeyin sarı renkli olmasını istiyormuş.
Ormanda dolaşırken, “İleriye bak, buraya gel,” diye bir ses duymuş. O yöne dönmüş ama orası hem uzak hem de yasak bölgeymiş. Bir süre daha dolaşmış ama birden geri dönüp, o yöne doğru ilerlemiş. Çitleri atlayarak yasak bölgeye girmiş.
Orada bir ağacın yakınlarında, yarısı toprağa gizlenmiş, yuvarlak, etrafı tırtıklanmış, sarı renkli bir “şey” bulmuş. Gülümseyerek, “Evet bu o, beni çağıran!” deyip, onu avucunun içine almış ve birden içi ısınıp etrafı aydınlanmış.
BEN ona, “GÜNEŞ” adını vermiş.
Güneşin bazı güçleri varmış. En büyük gücü, doğal bir enerjiye sahip olmasıymış. Doğal enerjisiyle ısı ve ışık yayıp, her şeyi aydınlatır ve üşüyenlerin içine sıcaklık verirmiş. Sezgileri çok kuvvetli olduğu için birçok şeyi hissedermiş. Onun bulunduğu yerde hiçbir şey gizli kalmazmış. İçinde asla karanlık barındırmaz, her şeyi görünür ve bilinmeyeni bilinir kılarak, karanlıkta kalanlara açıklık ve netlik sağlarmış. O, karanlıktan sonra her zaman doğabilecek bir umut ve umuttan doğan bilgiymiş.
BEN, onun yol gösterici özelliklerinden çok etkilenmiş. Onu bir gün kaybetse bile, günlük yaşamda da her sabah doğan güneşe bakarak ona ulaşabilirmiş.
BEN, Güneşi yanına alarak Korku Meleği ile karşılaşmaya hazırlanmış. BEN’in Korku Meleği ile mucizeler ülkesinin eşiğinde yüzleşmesi hiç de kolay olmamış.
Çünkü bu eşik, acı eşiğiymiş.
BEN, Korku Meleğiyle karşılaştığında, ona;
“Artık karanlıkta kalmak istemiyorum, bu ölüm kadar soğuk… Çok acı çektim ve hala çekiyorum…
Bedenimi sevmeyi, onu dinlemeyi ve anlamayı öğreniyorum. Bunun için araştırmalar yapıp, birçok bilgiye sahip oldum ve bu bilgileri uygulamaya çalıştım… Bedenimin benim için önemli olduğunu anladım… Artık sözel, fiziksel, cinsel, şiddet ve taciz uygulayanları, kaba kuvvet kullananları çok iyi tanıdım… Şaka yollu olsa da artık buna bile izin vermiyorum… Bunu görmüyor musun?..
Bundan sonra bu bedene hiç kimse kötü davranamayacak, bu beden bana ait ve ben onu çok seviyorum. Buna asla izin vermeyeceğim,’ diye yemin ettim ve bunu yapacağım,”…diye acı içinde kıvranmış.
Korku Meleği ise;
“Alkol alan, şiddet ve taciz uygulayan insanlarla beraber olup, sen bu bedene zarar veriyorsun… Her şeyi sürekli tekrar tekrar yaşıyorsun ve bu bedene iyi bakamıyorsun…
Daha önce sözünde durmadığın için sana çok öfkeliyim ve sana acı çektireceğim… Hala onu koruyamıyorsun… Bu bedeni sevmiyorsun!..
Eğer yine bu bedeni koruyamazsan, ona değer vermezsen ve aynı şeyleri tekrar yaparsan, her an her şekilde ortaya çıkacağım… Geceleri rüyalarına girerek de seni korkutacağım… Seni kapalı yerlerde tutacağım, ışıktan yoksun bırakacağım!.. O zaman sürekli korkuyla yaşayacaksın… Bu sefer ki sözünü izleyip takip edeceğim. Sen artık küçük bir kız değilsin!..
Görmüyor musun, anlamadın mı?.. Aslında ben senin daha dikkatli olmanı ve olabilecek tehlikelerden korumak için tüm bunları yapıyorum,”…diye kükremiş.
BEN, “Yeminimi asla unutmayacağım, biliyorum çok hata yaptım ama o zamanlar kendime zarar verdiğimi bilmiyordum… Artık tehlikeleri ve o tür insanların her kılığa girdiğini öğrendim… Bundan sonra daha dikkatli olacağım…
Sana söz veriyorum, son kez söz veriyorum, bu bedene artık sahip çıkacağım… Ve beni korumaya çalıştığını bilmiyordum,”…diye hıçkıra hıçkıra ağlayarak son bir kez onu anlaması için yalvarmış.
Ben, Korku Meleğinin aslında kahramanların bedenlerini, kalplerini tehlikelere ve şiddete karşı korumaya çalıştığını ama bunu kendisinin ve çok fazla insanın da bilmediğini o an fark etmiş.
Gözyaşlarını silmeye çalışırken BEN, artık büyüdüğünün ve epey yol kat ettiğinin farkına vararak, bedeninin çok önemli olduğunu bir kez daha anlamış. “Ben kendimi koruyabilirim, bedenimi koruyabilirim,” diyerek ne kadar cesaretli olduğunu göstermek için Korku Meleğinin belirlediği bir teste girmeye karar vermiş. Bu onun tüm gücünü sınayacakmış ve adı da“Dayanıklılık” testiymiş.
Bu yolculuk, en yakın zaman diliminden en uzak zaman dilimine giden, acı ve korkusuna uzanan bir yolculukmuş. Hala ağlayarak titriyormuş…
Yine de yüzüne savaş boyalarını sürmüş, gözlerine siyah bir göz bağı takmış ve üzerine siyah bir pelerin alarak, en karanlık yere bir mağaraya hayalet gibi süzülmüş. Mağaranın içinden dehliz gibi bir yere inerken kalbi sıkışmış.
Orası, kapkara ve simsiyah bir ormanı andırıyormuş. Önce karanlıkta hiçbir şey belirgin değilmiş… Orada, hayatına giren insanlar ve onda nasıl bir iz bıraktığını simgeleyen nesneler varmış. Oradaki her şeye derinden bakmaya başlamış…
Bir kaya gibi duruyor… Ormanın derinliklerinde elinde içi çamur dolu bir kova… Kovayı eski bir sürahiye boşaltıyor… Bir şey dönerek onu çekmeye başlıyor… O şey büyük bir çarpı işareti gibi… Hızla dönmeye başlamışlar ve birden bir uçurum… Biraz ışık var ama nerede olduğunu bilmiyor…
Büyük bir okyanus, sanki okyanusa yukarıdan bakıyor… Bir dünya ama onun yarısı… Bu yarım dünyada haritası… Aşağı dönerek uçuyor… Boyun kısmı siyah bir kuş… O an göğsü acıyor… Siyah bir sandık… Sandık açılacak… Korkuyor… O sandıktan korkuyor ama sandık ağır ağır açılıyor… Orada bir mezar… O mezar bir çocuğun…
Boğazı, kalbi sıkışıyor… Sesinin çıkmamasından korkuyor… Ona bir şey olursa kimseye haber verememekten korkuyor… Sadece korkuyor… Sesinin çıkmamasından korkuyor, üzülüyor… Beyni patlayacak… Sesi çıkmıyor…
O an sanki biri bir şey yapıyor… Bir şey göremiyor ama sanki… Uzakta bir düğün… Davul sesleri geliyor… Sanki göğsü yırtılacak… Orada aşağıya okyanusa düşecek… Suyun altında mı kalacak?.. Bilmiyor… Orada bir şey var nefes almayan, ölü mü?.. Bilmiyor…
Ölen bedenlerin tebeşirle çizilmiş resimleri… Cinayet mahalli gibi… Siyah bir midye… Ama ama içinde eflatun çiçekler, yeşil yapraklar…
Küçük bir delikten ışık sızıyor… Puslu, gri gibi…
Bir ağaç kabuğu, boşlukta uçuyor sanki… Hatırlıyor… Zihninden onun ismi geçiyor onun ismi, bu o…
Biri et pişiriyor… Örümcekler… Kayada yürüyor… Zehirli örümcekler, çok eski… İsimler… Onu susturanlar…
Kır çiçekleri var bir sürü çiçek sanki buket halinde geliyor… Onu hatırlıyor ama üzerine doğru geliyor… Bu o, çiçeklerle kandıran… Sus diyen, onu susturan… Onu ilk susturan… Bu o… Hayatına giren ilk erkek… Bedenini ele geçiren… Bir şey olmayacak diyen… Cinsellik… Evleneceğiz diye onu susturan… İsim… Bağırıyor… Beni sende susturdunnnn… Beni susturdunnnnn…
Toprak kurumuş, çatlaklar… Işığın gelmesini engelliyor… Kurumuş topraklar ışığını engelliyor… Davul sesi, nefret ediyor davul sesinden… Ona acı veriyor… Bağırıyor… Yardım edinnnn… Yardım edinnnnnnnn… Neden sesinin çıkmadığını düşünüyor… Susturdular… Sustu… Kızlığını, kadınlığını ele geçirenlere nefretle bağırıyor… Çığlık atıyor… Bedeniiimmm… Bedeniiimmm… BEDENİİİİİİMMMMM…
Göğsünde büyük bir acı, sancıyor… Yüreği parçalanıyor… Yüreğim… Yüreği yırtılıyor… Yüreğiiimmm… Yüreği parçalanarak ikiye ayrılıyor… Çığlık yükselerek artıyor… YÜREĞİİİİMMM…
Bir ışık… O ışık bir kaktüs gibi dikenleri olan… Sanki bir şey asılı… Oraya gittiğini hatırlıyor… Biliyor orada küçük Meryem’i astılar… O küçük karakolda… Nedennn? Babası yüzünden… Nedennn?… Meryem’i nasıl astılar… Nedennn?… Hala orada oturuyorlar ve asılışı izliyorlar… Nedennnn?… İnanmadılar ona, o küçük Meryem’e inanmadılar… İnanmadılarrrrrrrrrrrrrrrr… Astılar, idam ettilerrrrrrrrrrrr… İdammm!.. Ölümünü seyrettiler, ölümünüüü… Büyük bir nefret ve acıyla haykırıyor… yeter, yeterrrrrr, yeterrrrrrrrrrrrrrrrrr, YETER ARTIKKKKKKKKKKKKK… YETERRRRRRRR… YETER… yeter…
Odunlar yanıyor, alevlerini görüyor… Odunlar bir yere gidiyor… Kötü, eski bir araba… Kağnı gibi tekerlekleri var… Göremediği bir şey var… Küçük küçük zincir halkaları olan bir zincir yığını… Bir çocuk… Bedensiz, bedeni yok ama bir çocuk… O, kaybettiği çocuk… Hiç göremediği çocuk… Mezar… Bu o… Onun mezarı…
Tahta parçası ve uçları üçgen üçgen sivri… Zindan gibi… Görmek istemediği bir şey ama orada yaşıyor… Annesi… Yüzünde sadece bir peçe… Peçenin arkasında… Yukarıda… Sadece oturuyor… Haykırıyor… Yeteri kadar oturmadın mı? Hadi artık kalk, kalk… Kalk diyorum sana… Kalkkkkk… Neyi seyrediyorsun?… Anne kalk, kalkkkkkkk… Anne sesim çıkmadı kalk annee… Yardım etsenee… Niye niye niye oturuyorsun?.. Gör beni… Gör beni… Gör beniiiiiii… Beni görrrrrrrrrr… Beni susturdun sennnnnn… Beni susturdunnnnnnnn… Nefret ediyorum sendennnnnnn… Nefrettttttttt, beni susturdunnnnnn… Seyirci kaldın ve beni susturdun… Anneeeeeeeeeeeeee…
Bir merdiven… Sanki uçuruma doğru gidiyor… Deniz… Yarım harita… Bir ışık, bir ışık geliyor… Büyük bir ışık… Dumanlar tütüyor… Orman… Büyük ağaçlar var… Düğün var uzaklarda… Davullar çalıyor… Duman beyaz sanki… … Duman bir şeyleri kaldırdı, bir şeyler kapanıyor gibi… Açılan bir şey kapanıyor…
Oradan farklı bir yer burası… Farklı bir yerde ve yukarıdan bakıyor… Tam nerede olduğunu bilmiyor ama yüksekte… Güneş ışığı toprağa değmiş gibi… Topraktan bir ışık, sarı-turuncu… Sadece ışıkları görüyor… Sarı-mor gibi dalgalanan… Davullar… Sanki ona yol gösteriyor… Büyük bir şelale akıyor… Sular sürekli akıyor… Suyun altında bir şato… Çok büyük şato, yavaş yavaş yukarı çıkıyor… Dans eden bir şey… Çiçek gibi… Bir şey onu içeri çekiyor… Çok güzel küçük bir kız… O… Etrafında ışık, ışıklar var… Bir prenses gibi… Evet bir prenses, evet başında taç… Tacın altında yay topaç gibi dönüyor… Toprağa basıyor, hissediyor…
Etrafında çiçekler… Yeşil bir yere doğru gidiyor… Ama ama şimdi bir kraliçe… Çok güzel bir kıyafeti var… Gittiği yeri biliyor… Arkasında uzanan yeşilin kızıllığı, sarısı gibi bir tül… Önünde ışık, ayçiçeği gibi… Çok büyük bir yerde… Her yeri görüyor… Orkide gibi bir çiçek…
Tüm olayların üzerinden süzülerek bir okyanusu aşıyor… Önceki harita… Eski yarım dünya ve içindeki ülkeler artık belli… Işık, haritanın diğer yarısını taşıyor… Yeni ama bir şey belli değil… Eski yarım dünya ile yeni yarım dünya birleşiyor… Uzun süre yarım olan parçalar birleşiyor… Bir dünya bu… Bu bir dünya… Dans eden mor bir çiçek…
O sırada bir ses, “Bu sensin ayağa kalkmalısın!” derken o mor çiçeğin kendisi olduğunu fark etmiş ve o sesin içinden geldiğini anlamış.
BEN artık uyanmak üzereymiş…
Yattığı yerden doğrulmaya çalışmış ama Korku Meleği ona yatmasını ve kalkmamasını söylemiş. Tekrar yatmış ama içindeki ses büyüyerek yükselmiş, “Ayağa kalkma zamanın geldi! Hadi kalkmalısın!” O an bunu tüm hücrelerinde hissetmiş.
“Evet, artık kalkmalıyım, kalkmalıyım”… diyerek tekrar doğrulmuş.
Korku Meleği, “Hayır yatmalısın ve kalkmamalısın!” diye tekrar konuşmuş. Hala göz bağı gözlerinde olduğu için onun uykuda-karanlıkta olduğunu sanmış. Onu tekrar karanlığa çekmeye çalışmış.
Durdurulmaya çalışıldığını hissederek öfkelenmiş. Karanlıkta uzun süre kaldığı için ayakta zor duruyormuş. Elleri titreyerek yavaşça göz bağını çözmüş ama ışık onu sendeletmiş. Çünkü karanlıktan ışığa geçerken büyük bir patlama olmuş.
Yavaş yavaş ışığa alıştığında, bu sefer ayaklarının titrediğini ve yürüyemeyeceğini sanmış. Ama bir yandan ona bağırıyormuş, “Hani sen benim tek başıma yürüyeceğime inanıyordun! Neden beni durdurmaya çalışıyorsun?” derken gözyaşları yanaklarından akmaya başlamış. O an onun da gözlerinde yaş varmış.
Onun gözyaşları aksa da onu, önünde bir engel gibi görmüş ve “Çekil önümdennnn” diye bağırmış. Hala titrerken, küçük ama çok küçük bir adım atmış ve tekrar ağlayarak haykırmış, “Karanlıktayken bile sessiz kalmayacağım ve yere basacağım… Önümde ne olursa olsun… Kendi başıma, tek başıma ayakta kalacağım… O güce sahibim artık… Hepsini ben yaptım… Işık benim… Görebiliyorum ve yürüyebiliyorum bak… Adım attım… Adım attım… Durmak istemiyorum artık… Durmak istemiyorum. Sen benim yürüyemeyeceğimi sanıyordun değil mi? Bak, bir adım attım, bunu yapabilirim! Artık çekil önümden, tek başıma yürüyebilirim!”… derken bir öncekinden biraz daha büyük bir adım atmış. Çünkü biliyormuş ki ilk adımı atabiliyorsa diğerini de atabilirmiş!
O an çevresindeki çığlıklar dikkatini çekmiş. Çevresine baktığında, korkuyla acı çeken insanları görmüş. Tıpkı kendisi gibi ama onlar hala karanlıktaymış. Onlar, kendi acı ve korkuları içinde çırpınıyorlarmış. Bir an ne yapacağını şaşırmış ama içinden o ses, “Bazı insanlar eğer görmüyor ve duymuyor ise bu, onların kendi korkularından ve acılarından dolayı,” demiş.
Yaşamındaki görmeyen ve duymayan insanları hatırlamış. Birden ileride mucizeler tahtını fark etmiş. O an, onların çığlıklarının da artık kendisini durduramayacağını anlamış. Tüm çığlıklara rağmen onların aralarından geçerek, “Yapabilirim… Artık tek başıma yapabilirim… Artık gücümü biliyorum”…diye koşmaya başlamış.
Engel gibi görünen her şeyi aşarak mucizeler tahtına çıkmış ve ne yaşamış olursa olsun acıdan geçerken önce küçücük bir adım atıp, sonra yürüyebileceğini daha sonra da koşabileceğini, artık önündeki engelleri aşabileceğini ve kendi gücüne sahip çıkabileceğini biliyormuş.
İçinde kendi ışığını ve gücünü fark ettikten sonra tahtta bir süre daha oturmuş. Etrafında o kadar çok korkan ve acı çeken insan varmış ki… Onlara çok üzülmüş. Bir an onlara yardım edebileceğini düşünmüş. Eğer yardım ederse ışığa ulaşabilirler sanmış. Fakat ne yaparsa yapsın, kendisini ne kadar zorlarsa zorlasın kimse yardımı kabul etmemiş. Bu onun gücünü tüketmeye, aynı zamanda yormaya başlamış.
O an, yardım etmek istese de onlar, yardıma hazır değilse yardımcı olamayacağını ve insanın sadece kendisine yardım edebileceğini anlamış. Çünkü herkes kendi yolunda gitmek ve kendi ışığını bulmak zorundaymış!
Korkuyla bağıran, acı çeken insanların kulak tırmalayan seslerine rağmen ayağa kalkmış. Mucizeler ülkesinin kapısına doğru ilerlerken bir kez daha dönüp arkasına bakmış. Korku ve acı içindeki insanlara ışığını bulmaları için dua ederek kapıdan dışarı çıkmış.
Güneş, tüm ışığı ve sıcaklığıyla onu karşılamış. Derin bir nefes alıp merdivenlerden inmiş ve bir şarkı mırıldanmaya başlamış. Bu şarkı onun şarkısıymış, adı “IŞIKLAR KRALİÇESİ” imiş.
Kendi şarkımı söyleyeceğim
Görmeseniz, duymasanız da
Sessiz kalsanız, bana inanmasanız da
Beni suçlayıp, kendinizi haklı çıkarsanız da
Engelleseniz, “DUR” deseniz de
Kendi şarkımı söyleyeceğim
Çünkü bu benim şarkım
Bu benim şarkım
Ben Işıklar Kraliçesiyim
Ve şarkım ışıkla dolu olacak
Uzakları bilmesem, göremesem de
Karanlıkta kalsam da
Artık ışığımı yakabileceğimi biliyorum
Ve gözyaşı dökerken
Acıdan kıvranırken bile
Hayatla dans edeceğim, dans edeceğim
Çünkü bu benim şarkım
Ben Işıklar Kraliçesiyim…
Etrafı gezerken çalılar arkasına gizlenen ve ormana açılan, eski ahşap bir kapı görmüş. Gördüğü tüm rüyaları düşünmüş ve ormana açılan o ahşap kapıya yönelmiş. O kapıyı açarken biliyormuş ki yolculuğu, yaşadığı sürece kendi mucizeleriyle devam edecekmiş…
Ve anlamış ki aradığı ve yolculuğun sonunda bulduğu şey, ne bir kahraman ne bir korku meleği ne bir büyücü ne bir Tanrıça ne de başka yeni bir şeymiş!.. Aslında sadece kendisiymiş!
Oradan