Aklımızın ve iç sesimizin en kalın örtülerinden biri de duygusallıktır. Yaradılıştan varolan duygularımızı aklımızın kontrölünde yaşayamıyorsak duygusallık başlar.
Türk insanının ortak noktalarından birisi de duyguları ile baş edememesidir.
Ya akıl gözünü köreltecek kadar duygularının esiri olur, ya da yaşanılması gereken duygularını açığa vurmaktan korkar ve bastırır.
Duygusallık, bizim toplumumuzda oldukça takdir edilen, iyi insan olma ölçüsü olarak kabul gören ve övünülecek bir meziyet zannedilen arızalı bir ruh halidir.
Duyguları kontrol etmeden yaşamak hiç de istenmeyen sonuçlar doğurur. Şikayet ettiğimiz ya da çözüm aradığımız bir çok olay, duygularımızı tatmin etmek için yaptığımız yanlış davranışların sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz durumlardır.
Tanrı bizi yaradılıştan diğer canlılardan üstün kılmış , duygu ve akıl ile donatmıştır. Ama biz akıl denen o mucize süzgeci hiç kullanmaya gerek duymayız. Duygularımızın yönlendirmesiyle yarattığımız karmaşık hayatın sebebini de bir türlü çözemeyiz.
Duygusallığı en doruk noktasına kadar yaşar, bundan dolayı derin yaralar alır ve sonra da ‘neden ben’ deriz. Tanrı bize ‘aklını kullanmadığın için sen’ der, ‘aklını kullanmazsan yine sen’ der ama anlamayız. .
Duygusal insanlar en yakınlarının bile bir sıkıntısı olduğunda acımakla yetinirler, samimi bir ilgi ve çaba göstermeden yalnızca gözyaşı döküp yakınırlar. Bu şekilde yardımcı olup paylaşabileceklerini zannederler. Ağlayıp dert edindikleri kimselerin sorunlarına çözüm bulmaktan çok onlara üzülmekten zevk alırlar. Gereksiz ve abartılı davranarak olumsuz bir hava yaratırlar ve ortamı daha da gererler. Durumu çözümsüz ve dünyanın sonuymuş gibi görerek ve göstererek, hem kendilerini hem de çevresindekileri karamsarlığa ve ümitsizliğe iterler.
Toplumumuzdaki çoğunluğun duygusal kararlarla hayatını şekillendiriyor olması, özellikle televizyon kanallarının çok işine yarıyor. Dizilerde abartılmış bir şekilde ağlayan ve yürekleri dağlayan senaryolar, gündüz programlarında dizileri aratmayan gerçek dramlar. Reytinglerini yükseltip cüzdanlarını doldurmak için bu dramlar karşısında timsah gözyaşları döken yapmacık sunucular.
Ve akıllarını onlara çarşaf çarşaf sunulan bu örtüyle sarıp sarmalamış ve bir kenara koymuş gözyaşları içinde bunları seyreden o büyük çoğunluk.
İşin en kolayı bu aslında, acımak.
Hiç kimse için hiçbir şey yapmadan, oturduğun yerden sadece gözyaşı dökmek. Sadece kendisinden daha kötü durumdakileri seyrettiğin de haline şükredebilme acizliği. Kendi sorunlarını, başkalarının sorunlarını seyrederek ve onlara acıyarak unutmaya çalışmak.
Düşününce bu programların uyuşturucudan pek de farklı olmadığı anlaşılıyor aslında. Uyuşturucunun da yaptığı bu değil mi? Akıl kullanılmadığından dolayı çözülemeyen problemlerden ve kendi gerçeğinden kaçmak ve uyuşturucunun yarattığı hayal dünyasında geçici de olsa mutlu olmak.
Oysa olması gereken akıl ve duyguyu dengeli kullanabilmektir. Bu denge hayatımıza tutarlılık ve duyarlılık olarak yansır. Duyarlı insanlara akılları yol gösterdiği için, bütün dertlerin ve üzüntülerin insana dair olduğunu, insan olmanın gereği olduğunu bilirler. Ağlayıp sızlayarak, ahlayıp vahlayarak gereksiz zaman ve enerji harcamazlar. Başlarına her ne gelirse gelsin, abartmadan, ortalığı ateşe vermeden, hemen akıllarını devreye sokup, nasıl çözebilirim diye çözüme odaklanırlar. Hem kendilerinin hem yakınlarının sorunlarına pratik ve akılcı çözümler üretebilirler. Gözyaşı dökeceklerine yardım etme çabasına girerler.
Bize asıl zarar veren şey başımıza gelenler değil, onları nasıl karşıladığımız ve hangi tepkiyi verdiğimizdir.
Bizi zorlayan durum karşısında üzgün ve çaresiz biri olmaktansa, çözüm üreten, içinde bulunduğu durumun sorumluluğunu alan, bu durumu düzeltmek için neler yapabilirim diye düşünen biri olmak hayatımızı kolaylaştıracaktır.
Duygusal mısınız yoksa duyarlı mı, sorun musunuz yoksa çözüm mü?…
Şöyle kendinize derin bir bakış atın bakalım.