Alın size bir kent insanı çilesi daha: 10 saatte 7000 ileti alıyormuşuz!

Bu, onca iletinin altında kalmak değil midir aynı zamanda…

Düşünün bir; sabah gözlerinizi güne, kuvvetle muhtemel ki TV ile birlikte açıyorsunuz bir çok insan gibi siz de… Böyle olunca; haberler, bant bilgileri, reklamlar, müzikler, sağlık korkuları, gençlik vurguları, kozmetikler, estetikler heyula gibi üstünüze üstünüze geliyor…

Sonra yola çıkıyorsunuz herhangi bir araçla. O zaman da şu biniyor evde yüklendiklerinizin üzerine; tabelalar, yoksulluklar, billboardlar, çöp toplayıcıları, vitrinler, selpak mafyası, otobüslerle binalara giydirilmiş reklamlar, cam silicileri, sağdan gidiniz, dönünüz, yok dönmeyiniz tabelaları… Hepsi gelip, birer fişek gibi çarpıyor ruhunuzun orasına burasına…

İş yerinize vardığınızda da ilk iş olarak –gene kuvvetle muhtemel- bilgiyisayan pek muhterem aletin başına geçtiğinizden; yanıp sönen, bir gelip bir giden reklamlar, haberler, figürler bombardımanına uğruyorsunuz bir daha…

Bütün bunların ne demekte olduğunu anlamaya vakit yoktur ama. Çünkü, günler duygularımızın, düşüncelerimizin demlenmesine izin vermeyecek kadar yoğun ve hızlı geçmektedir; alolar, gelenler gidenler, yazışmalar, mailler, merhabalar, nasılsınlar, yetişilecekler, yetiştirilecekler…

Gün bittiğindeyse, nereye giderseniz gidin, sinema, tiyatro, bale, sergi, bar, dostlarla caddelerde aheste beste salınmak, ahbaplarınızla evlerde buluşmak yada evinizde olmak… hiç fark etmez; sabahtan beri sizinle dalga geçen her şey gene eteklerinize taş olmuş, sizi bırakmamaktadır…

Peki bütün bunlar ne demektir?

Dost, sevgili, evlat, ana, baba her kimse yanınızdaki, “Konuşmalarınıza sular, kuşlar, böcüler refakat etmiyor şehirlerde,” demektir; konuşursunuz klâkson… söylersiniz siren… diziler… müzikler… göbekler… kalçalar… bacaklar… gözünüzü ovalayıp bir daha baksanız da… her şeyi daima akort etseniz de… değişmez bu!

Ayrıca, “Baktığınız kişinin arkasında güneş, deniz, ağaç olmaz şehirlerde,” demektir de bir yandan; bakarsınız vitrin… bakarsınız arabozucu albeniler… gelenler, geçenler, kavgalar, küfürler… billboard… yafta… tabelâ… ırk… marka… kategori… Atom bombaları yani!.. Eskiden atom bombaları sadece seçili coğrafyalara atılıyordu, ama artık her gün, her birimizin içine, tek tek, yeniden ve hiç durmadan atılıyor.

Beynimize, ruhumuza gönderilen bu uğultular bütün anlamları yuttuğu içindir ki, şehirler ümitsiz ve tedavisiz artık…

Eee, kent hediyesi acılar bunlar; insan yaşadığı yere benzermiş…

Peki bunca parçalanmışlığın ve böyle bir hay huyun içinde neye döndük biz,
düşündünüz mü hiç?

Birincisi, bu iletişim (!) çağında bütün her şey havada kaldığı gibi, söz de gidip bir türlü yerini bulamıyor. Biz de doğal olarak sancılanıyoruz. Sonra da çorap söküğü gibi ardı geliyor:

Sancıya iyi gelir diye, aşka sarılalım diyoruz olmuyor! Çünkü şehirler aşka katlanamıyorken biz nasıl katlanalım ki! Şehrin, aşksız ve tahammülsüz insanları olmuşuz farkına varmadan…

Aşka meşke dostluğa dem kalmadığı için de; hem aşkı, hem dostluğu ve hem de arkadaşlığı, demsiz çay tadında yaşıyoruz…

Hiç kimseyi güldürmeyen büyük şehir cangıllarında yaşamak; içimizde korkunç fırtınalar, köpüren dalgalar, gökyüzüne vuran ağıtlar olmuş, top yekun hastalanıyoruz…

Karşımızdakinin iyi enerjisini alıp onu güçsüz bırakmak için varız sanki hayatta; alıyor, alıyor, hep alıyor, ama hiç vermiyoruz!..

Peki nereye gitti birbirimize iyilik sunmalar?
Onlar da tıpkı aşk gibi küstü ve kanatlarını takıp gitti galiba…

Artık bütün bu yazdıklarımdan mı, yoksa başka başka şeylerden mi bilmem; bazen kündeye getirir beni hayat… Bir bakarım ruhum yenilmiş gövdeler gibi boylu boyunca yerde yatmakta. Derim ki o zaman kendime:

“Bu şehre mecbur musun kızım? Bil ki, bir yerlerde, yoldan çıkmamış meşru, aydınlık hayatlar var… Hadi git, oralarda varolan çok başka anlam parçalarıyla bütünlen, bütünleş… Hadi, ne duruyorsun!”

Gidemesem bile bir yerlere, İsmet Özel’in şu muhteşem şiirini okur, gitmiş kadar olur, iyileşirim:

Durmadan bir beyaz aygırla taşardım derin göllerden
Bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara
Güneşin zekasıyla doymak isterdim
Kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı bana
Şehrin insanı… Şehrin insanı… Şehrin kaypak ilgilerin insanı zarif ihanetlerin
O gün bugün şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım
Kapattım gümüş maşrapayla yaralanmış ağzımı
Ham elmalar yemekten göveren dudaklarım mırıldanmasın şehrin mutantan ve kibirli ağrısını
Azıcık gece alayım yanıma yalnız serçelerin uykusuna yetecek kadar gece
Böcekler için rutubet örümcekler için kuytu biraz da sabah sisi
Yabani güvercin kanatları renginde
Biz artık bunlar olarak gidiyoruz eylesin neyleyecekse şehrin insanı
Şehrin insanı… Şehrin insanı… Şehrin bozuk paraların insanı sivilcelerin
Pahalı zevklerin insanı ucuz cesaretlerin…

Olumsuzluğun sessiz yılanı gelip soksa da sizi zehirlemek için…
Gün hüznü kara bir sis gibi kucaklamış, gökyüzü kokusunu yitirmişse de…
Kendinizi şu koca kent kalabalığının içinde yalnız hissetseniz de…
Derim ki size: “Bence umursamayın, gidin doğaya sığının ya da şiire, resme, edebiyata, sinemaya, baleye, tiyatroya, heykele…”.

Share This