Lille. Fransa’nın kuzeyinde, Belçika sınırında, bir milyon nüfuslu şirin bir şehir. Paris’e 220 km ve bir saatlik tren yolculuğu uzaklıkta. Erasmus öğrencisi olarak orada yaşadığım dönem boyunca bu yolu o kadar çok gidip gelmiştim ki Türkiye’ye dönerken hatıra olarak yanımda getirdiğim Paris – Lille tren biletlerini uç uca ekleyerek İstanbul’daki ilk evimin yatak odasından mutfağına ulaşabiliyordum.
Böyle bir ölçümü gerçekten yapıp yapmadığımı merak eden varsa, evet yaptım ama biletlerin toplam uzunluğunu merak ettiğim için değil. Ara ara o biletleri çıkarıp bakmak, dokunmak, saymak hoşuma gidiyordu; sanırım hatırlamayı kolaylaştırdığı için. Hatta o biletleri koridor boyunca duvara yapıştırmayı ya da alt alta dizip çerçeveletmeyi ve salona asmayı bile düşünmüştüm. Muhtemelen nostalji ile melankoliyi birbirine karıştırdığım bir ara atmış olmalıyım ki az önce aradığımda bulamadım. İnsan yapıyor bazen böyle şeyler.
Neyse, planladığımdan çok farklı bir yere gelmiş olsak da bu yazı aslında ne Lille şehri ne de geçmişi hatırlamak hakkında. Bu yazı Paris’te Seine nehrinin kenarında, o meşhur katedralin yakınındaki küçük kitabevi hakkında. Hayatımıza giren güzel şeylerin çoğu gibi o da hayatıma en çok ihtiyacım olduğu anda ve hiç beklemediğim bir şekilde girdi.
Lille’de geçireceğim sömestr için valizimi hazırlarken Buket Uzuner’i, Murathan Mungan’ı unutmamıştım elbette ama o kadar giysi, ayakkabı, ders kitabı ve ıvır zıvırın arasına ancak sığdırabildiğim dört kitap ilk bir kaç haftanın sonunda bitmişti. Yurt odamda bilgisayar yoktu. Ben de kendiyle iyi geçinen ve bir şeyler yapmadan da bir şekilde oyalanabilen biri olmadığımdan acilen yeni kitaplar bulmam lazımdı.
Neyse ki Paris’in merkezinde her şeyi bulabileceğim bir Türk Mahallesi olduğunu duymuştum. Cumartesi sabahı tren Paris’e vardığında istikametim belliydi. Strasbourg – Saint-Denis metro istasyonunun yanı başındaki Porte Saint-Denis adlı kocaman tarihi kapıdan geçtiğimde kendimi gerçekten Türkiye’de buldum:
beyaz peynirden tarhanaya bir Türk’ün hasretini çekebileceği her şeyi satan bir market, cep telefonu mağazası, kebapçı, giysi mağazası, pide salonu ve bir kebapçı daha… Şaşkınlıkla etrafa bakarken uzaktan gelen bir müzik sesi duydum ve az ilerdeki kasetçiyi gördüm. Elbette raflar kaset değil CD doluydu ama bu küçük detayın şimdi olmadığı gibi o zaman da bir önemi yoktu. Önemli olan tek şey vardı: Türkçe müzik varsa yakınlarda bir yerde Türkçe kitap da olmalıydı. Dükkân sahibi bu düşünceme katılmadığı gibi yüz ifadesinden anladığım kadarıyla kitapçı soran biriyle de çok sık karşılaşmıyordu. Yine de aradığım belli bir kitap varsa bir ay içerisinde getirebileceğini söyleyerek gerçek bir esnaf olduğunu ispatladı. Ne var ki o an bir ay benim için sonsuzluktan biraz kısaydı.
Yaşadığım hayal kırıklığını itinayla katlayıp çantama koyduktan sonra Türk mahallesinden çıkıp Notre Dame katedraline yöneldim. İlerleyen zamanda İstanbul’a iş görüşmesi için gelip gittiğim dönemde nasıl benim için İstanbul’un merkezi Beşiktaş olduysa, kafamdaki Barselona haritasının merkezine nasıl önceleri Placa Catalunya’yı, sonraki ziyaretlerimde ise Gracia’yı koyduysam, o zaman da Paris’in merkezi olarak o katedrali seçmiştim. Caddeleri, müzeleri, metro istasyonlarını ve diğer her şeyi kafamda ona olan uzaklıklarına göre konumlandırıyordum. Yaptığım bu seçimde, Fransa’ya gitmeden önce aldığım temel Fransızca dersine giren öğretmenimizin, Notre Dame katedralinin bahsi her geçtiğinde gözleri uzaklara dalarak onu ilk gördüğü güne gitmesinin ve “Öyle güzeldir ki, upuzun duvağıyla bir geline benzer” diye anlatmaya başlamasının etkisi olmuş olabilir. Her ne kadar ben siyah beyaz Fransızca kitabındaki o karanlık fotoğrafta geline benzer bir şey görememiş olsam da.
Neyse, Paris’e dönersem… Katedralin yakınlarında, Seine nehri kenarında dolaşmaya başladım. Tamamı ben doğmadan yıllar önce basılmış kitap, dergi, poster ve fotoğrafların satıldığı yeşil tezgâhlara baktım. Turistik hediyelik eşya satan dükkânlara girip çıktım. Yorulduğumda bir sandviç alıp bulduğum ilk banka oturdum. Yorulmak dediysem, lafın gelişi… İlk defa yurtdışındayım, tek başınayım, tamamen özgürüm, üstelik 24 yaşındayım ve Paris’teyim. Yürünecek o kadar çok cadde, sokak, görülecek o kadar çok yer var ki yorulmak çok saçma.
Yemek molamı bitirmiş, köprüden geçip nehri sol tarafıma almış yürüyordum ki onu gördüm. Koyu yeşile boyanmış ahşap cephesi, içinde bir karganın oturduğu vitrini, önündeki küçük masası ve sandalyeleriyle çok şirin bir kitabevi. Kapıdan girip kasadaki kıza yöneldim ve kibarca İngilizce kitap satıp satmadıklarını sordum. Bir hazine bulmuş olduğumu ancak o zaman, kızın şaşkın gülüşüyle anladım. Yalnızca İngilizce kitap satıyorlardı. Odalar dolusu her türden kitap, üstelik hepsi İngilizce. Cennetteydim.
Raflara dizilmiş, köşelere istiflenmiş, masanın üzerine yığılmış binlerce kitap arasında bir saate yakın dolaştıktan ve onlarcasını elime alıp karıştırdıktan sonra seçtiğim kitap, dayımın bana on dördüncü yaş hediyesi olarak aldığı, aradan geçen on yılda defalarca okuduğum, bazı bölümlerini ezbere bildiğim Vişnenin Cinsiyeti oldu. Bu kez Sexing the Cherry olarak ve Türkçe çevirisindeki kadar güzel olmayan başka bir kapakla çıkmıştı karşıma ama olsun. Tanıdıktı. Kitabın içindeki hikâyeleri biliyordum. Kahramanları Jordan’ı, köpekli kadını tanıyordum ve seviyordum.
O gün farkında olmasam da şimdi geriye bakınca daha iyi anlıyorum. İlk defa dili, kültürü, havası, kuralları farklı bir ülkede ve ilk defa sevdiklerimden bu kadar uzakta olduğum o günlerde ihtiyacım olan yeni, heyecan dolu maceralar değil, sonunu bildiğim, bana cesaret veren, aynı zamanda içimi ısıtan tanıdık hikâyelerdi.
Sonraki birkaç ay boyunca Paris’e gittiğim her hafta sonu Shakespeare and Company isimli bu kitabevine uğradım. Başka kitaplar aldım. Bazen de kitap almadım, diğer bir kaç müşteri gibi raflar arasında tenha bir yer bulup oturdum, kitapları karıştırıp vakit geçirdim. Buranın en güzel taraflarından biri de insanı aradığı kitabı alıp bir an önce çıkmaya yönlendiren hiçbir şeyin olmayışıydı. Tam tersine, kullanılan renklerin sıcaklığı, etraftaki koltuklar ve çalışanların samimi tavırları “Burada istediğin kadar kalabilirsin” diyordu. Ne var ki bu mesajın benim o gün hissettiğimden çok daha açık bir anlamı olduğunu, gerçekten de kalacak yere ihtiyacı olan genç yazarların isterlerse gündüz kitapevinde çalışıp gece üst katta kitapların arasına açılan yataklarda uyuyabildiklerini ancak 9 yıl sonra öğrenecektim. Tıpkı kitapevinin, içinde Hemingway, James Joyce ve Nazi işgali olan hikayesi gibi. Fransa’da geçirdiğim dört ay boyunca orası benim için zaman geçirmekten keyif aldığım, kendimi ait hissettiğim bir sığınaktı ve bu kadarı yeterliydi.
Bir seferinde kasada daha önce görmediğim kıvırcık saçlı bir çocuk vardı ve bana satın aldığım kitaba damga isteyip istemediğimi sordu. Bunun ne demek olduğunu çok da anlamadan “Tabii isterim” dedim. Bir süre karşılıklı bakıştıktan sonra çocuk benim herhangi bir hamle yapmadığımı görünce aramızda duran ve benim o ana kadar fark etmediğim mühre uzanıp aldığım kitabın ilk sayfasına bastı ve gülümseyerek bana uzattı. Demek ki o kitabevini çok seven benim gibi pek çok kişi vardı ve buradan aldıkları kitaplarda böyle bir hatıra olsun istiyorlardı. Ne güzel ve ne saf bir düşünce.
Hatırlar mısınız, o dönem internet şimdi olduğu gibi bize şahdamarımızdan daha yakın olmadığı için karşılaştığımız her şeyi ve herkesi Google’da aramıyor ve tüm gerçeklere 5 dakika içinde ulaşmıyorduk. Bu sayede hayal gücümüzün olaylar, insanlar ve yerlerle ilgili istediği hikâyeyi yazmak için daha fazla imkânı oluyordu ve yine bu sayede Fransa’dan döndükten bir kaç yıl sonra Before Sunset filmini izlerken açılış sahnesinde kahramanlarımızın dokuz yıl aradan sonra Shakespeare and Company’de buluştuklarını görünce heyecanla “Aaaa benim kitabevi” diyebiliyordum.
Orayı hep sevgiyle hatırladım ve yolum Paris’e her düştüğünde uğradım. Demet bir dönem Paris’te mastır yaparken onun yanına gittiğimde, yazın ailece halamları ziyarete gittiğimizde, üç günlüğüne iş için gittiğimde… Ne bahaneyle gidersem gideyim yolumu o kitabevine hep düşürdüm. Her seferinde bir kitap aldım ve kasanın önünde aynı heyecanla ilk sayfasını damgaladım.
Önceki yaz Marmaris’in sakin bir köyünde denize karşı uzanmış en sevdiğim yazarlardan Jeantte Winteson’un yarı otobiyografik Why Be Happy When You Could Be Normal? (Normal Olmak Mümkünken Mutlu Olmak Niye?) kitabını okuyordum. Jeanette Winterson’un hayatımdaki yerini anlatmaya kalksam korkarım çoğunuz abarttığımı düşüneceksiniz. Belki şöyle özetleyebilirim. Hani güzel bir kurabiye tarifi bulup mutfağa girersiniz ve ne yazık ki yolun yarısında evde fındık olmadığını fark edip onun yerine kuru üzüm ya da başka bir şey koyarsınız ve ortaya çıkan kurabiye başka bir şey olur ya…. İşte ben de onun kitaplarıyla tanışmamış olsaydım tadı, dokusu, şekli şimdikinden çok başka bir kurabiye olurdum ki bu belki de başlı başına bir yazı konusu.
Şezlonguma ve kitaba dönersem… Sayfaları acele etmeden çevirip onunla birlikte ev, okul, kilise ve halk kütüphanesi arasında gidip gelirken haftalar, aylar, yıllar geçiyordu. Derken Paris günleri ve Shakespeare and Company geldi. Bunalıp Paris’e kaçtığı dönem o kitabevinde günlerce kaldığını, kimi zaman bir köşede kitap okuyarak kimi zaman da üst katta katedrali seyrederek bir şeyler yazdığını okuduğumda nasıl mutlu oldum anlatamam. Farklı zamanlarda da olsa muhtemelen aynı koltukta oturmuş, belki de aynı kitapları karıştırmıştık. O an okuduğum satırların bazılarını belki üst kattaki o pencerenin önünde yazmıştı. O kitabevine duyduğumuz sevgi ikimizi yakınlaştıran bir şeydi.
Öyle olmadığını söyleyebilirsiniz elbette ama her ne kadar yazar ve okuru arasındaki ilişkinin tek yönlü olduğunu bilsek de sevdiğimiz bir yazarla ilgili “Tanısaydı eğer, o da beni çok severdi” diye düşünmek çoğumuzun hoşumuza gitmiyor mu? İşte bu sebeple beraber yemek yediğiniz biri size sevdiği yazarla ilgili yeni öğrendiği bir gerçeği, heyecanla anlatırken, benim yan oda komşum Hollandalı kadının yaptığı gibi elindeki kitabın ismine bakıp “Ne yani insan hem normal hem mutlu olamaz mı? Bana saçma geldi” gibi bir yorum yapmak yerine lütfen anlayışlı davranın, onu dinleyin. Görmüyor musunuz, nasıl heyecanlanmış. Ne olur yani beş dakika dinleseniz. Hem sanki siz edebiyat eleştirmeni misiniz de yok kitabın ismi saçmaymış yok bilmem neymiş. Bir kere okudunuz mu siz o kitabı? Bir de öğretmen olacaksınız, Hollanda’da öğrenciler sizin elinize kaldıysa… Oh be, rahatladım.
Buraya kadar anlattıklarım benim gördüklerim, benim hissettiklerim ve benim kitabevimdi ve sonradan öğrendiğim gibi buzdağının sadece görünen kısmıydı. Suyun altında saklanan daha neler olduğunu görmek isterseniz, intenette kısa bir araştırma yeterli olacaktır.
Şimdi 1919’da açılan Shakespeare and Company’nin 1920’li yıllarda Ernest Hemingway, Gertrude Stein, James Joyce gibi yazarların buluşma yeri olduğunu, döneminin çok ötesinde olduğu için yayıncı bulamayan James Joyce’un Ulysses romanını basmaya cesaret eden kişinin buranın ilk sahibi Sylvia Beache olduğunu, 1941 yılındaki Nazi işgali sırasında kapanıp 1951’de şimdiki yerinde George Whitman tarafından Le Mistral adıyla tekrar açıldığını, bu beyefendinin kızına kitabevinin ilk sahibi Sylvia Beache’e duyduğu sevgi ve saygıdan ötürü onun adını verdiğini, bugüne kadar yaklaşık kırk bin kişinin günlük çalışma karşılığı orada kalmış olduğunu, kitabevinde kalmak için her gün bir kitap okumak gerektiğini, 365 gün açık oluşunu ve dünyanın en güzel kitabevleri arasında sayıldığını uzun uzun anlattırmayın bana.
Ama 98 yaşında vefat eden George Whitman’ın neden buradan kitapevi gibi görünen bir ütopya olarak bahsettiğini anlamak isterseniz, o zaman Paris’e yolunuz düştüğünde bu şirin kitabevine uğramanızı tavsiye ederim. Belki bir kitap da bana getirirsiniz.