İş seyahatlerini saymazsak, gördüğüm şehirler içinde ikinci kez gittiklerim sayıca çok azdır. Barselona bu konuda bir istisna.
İlk izlenimin etkisi olmuş olabilir. Avrupa’daki bir çok şehirle aynı dönemde tanışmıştım. Öğrenci değişim programı ile gittiğim Fransa’daki okulumun yarıyıl tatiline girmesiyle Bilkent’te ikinci dönemin başlaması arasında geçen o bir aylık sürede. Her şehirde iki üç gün kalarak Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya ve İspanyada ondan fazla şehir görmüştüm. Belçika’da, dört kişilik odada tek başıma kaldığım için olsa gerek, hafiften yalnız hissetmiştim. Amsterdam’da yağmur hiç durmamıştı. Almanya’da iki montu üst üste giymiş ve dondurucu soğuk kelimesinin anlamını ilk kez idrak etmiştim. İtalya, seyahatimin son durağıydı ve elimde valizim bir trenden inip diğerine binerek geçirdiğim haftaların ardından oldukça yorulmuş haldeydim. Barcelona’da geçirdiğim üç gün ise o bir aylık yolculuğun en sıcak, en güneşli ve en sürprizli bölümüydü.
Barcelona’ya vardığımda tarih 4 Ocak’tı ve ertesi gün öğreneceğim gibi 5 Ocak gecesi Katalanlar için çok önemli olan, hatta yılın en büyülü gecesi olarak bahsedilen Üç Kral geçit töreninin yapıldığı geceydi. Orada geçirdiğim birkaç gün boyunca festival havası hiç bitmedi, şarkılar hiç susmadı ve ben bu neşeli şehri gezmeye doyamadım. Bu yetmezmiş gibi, günlerdir hasret kaldığım güneş de sağ olsun hiç saklanmadı. Birkaç gün önce sımsıkı sarındığım atkım çantamda, montumsa çoğunlukla elimdeydi.
Hal böyle olunca aradan birkaç yıl geçip ilk yurtdışı tatilimizi planlamaya başladığımızda benim oyum tabii ki Barselona’dan yanaydı. Gezdikçe daha çok sevdim, sevdikçe daha sık gittim, Demet’in orada yaşadığı dönem muhabbetimiz iyice arttı ve sonunda onun da bana karşı boş olmadığını anladım. Sevdiğim şehri bulmuştum. Kumsalıyla, yemekleriyle, neşesiyle, her seferinde beni kendine daha da hayran ediyordu. “Valencia da güzelmiş aslında” ya da “Madrid’in de farklı bir havası var” diyenlere içimden gülüyordum. Tanışmamızı takip eden on yıl boyunca Barselona dışında İspanya’nın herhangi bir şehrine gitmeyi aklımdan bile geçirmedim.
Bu, geçen yıla kadar böyle devam etti. Barcelona’da yüksek lisans yapan bir arkadaşımın “Paskalya zamanı Güney İspanya çok güzel oluyormuş. Gidelim mi?” demesine kadar. Bu kez karar vermek zor olmadı. İnternette kısa bir araştırma sonucu karşıma çıkan fotoğraflar gerçekten baştan çıkarıcıydı. Sonrası hızlı çekimde biletlerin alınması, valiz hazırlıkları ve uçağa biniş.
Barselona’da insanların öğlen aralarında üzerlerinde takım elbiseleriyle kumsala gelip uzanmalarına, gece 11’de hala akşam yemeği sofrasında olmalarına, öğlen saati marketlerin bile siesta için kapanmasına bakarak İspanyolların hayattan keyif almayı bilen ve kendi ağır ritimlerine göre yaşayan sıcakkanlı insanlar olduklarına uzun zaman önce karar vermiştim. Yine de, bu Güney İspanya seyahatinde yaşadıklarımız, kafamdaki sıcakkanlılık, keyif ve acelesizlik kavramlarını çok ileri bir seviyeye taşıdı. Bu kadarını beklemiyordum.
Bir de şimdi Paskalya deyince sizin de aklınıza gelen ilk şey rengarenk boyanmış yumurtalar olduysa eğer, hayal kırıklığı yaratmamak için şunu baştan söylemeliyim: Bu sıcak bölgede geçirdiğimiz süre boyunca kahvaltıda yediklerimiz dışında tek bir yumurta görmedik.
Evrim daha önce oraları gezmiş olan arkadaşlarından aldığı tavsiyelerle süper bir program hazırlamıştı. Andalusia (Endülüs) olarak bilinen ve Flamenko dansının ana vatanı olan bölgedeki sekiz şehirden Malaga, Kordoba ve Granada’yı gezecektik.
Malaga’nın diğer iki şehirle kıyaslandığında pek bir numarası olmasa da “Gerek yok, gitmeyin” diyemiyorum çünkü Türk Hava Yolları bölgede yalnızca buraya uçuyor. Eh, madem Malaga’ya gitmek kaçınılmaz, keyfini çıkarın. Biz öyle yaptık. Kordoba ve Granada’yı ise görmek lazım, anlatmak zor. Özellikle de sıcak, tarih, çiçek, mimari, renkli ve şarap kelimelerini kullanmadan.
Isındıysak yavaştan başlayalım.
Malaga’da öğle yemeği. Dakika bir, gol bir. Eski şehir olarak bilinen tarihi bölgenin dar sokaklarında biraz dolaştıktan sonra, yerel ve güzel görünen bir restorana giriyoruz. Girişte bizi karşılayan boğa, etrafta asılı bayraklar, garsonların ellerindeki küçük tabaklarda deniz mahsulleri… Görünen o ki gerçekten hoş bir yer bulmuşuz. Hepsi beyaz saçlı olan garson amcalardan biri bize bir masa gösteriyor ve biz menü istemeye çalışırken “O kadar acele etmeyin bakalım” bakışlarıyla elindeki kadehleri masaya koyuyor. Az sonra elinde iki şişeyle gelip soruyor: “Kırmızı mı beyaz mı?”
Yemeğin ilerleyen dakikalarında bu şarap servisi biz Türklerin çay servisi usulü devam ediyor. Nasıl ki biz misafire asla “Bir bardak daha çay alabilir miyim?” dedirtmeyiz, onlarda da şarapla ilgili böyle bir gelenek var sanırım.
Bu arada garson amcalar bir taraftan servis yaparken bir taraftan da kendi aralarında bağırarak konuşuyorlar ve bu konuşmalar sık sık kahkahalarla kesiliyor. Bu uğultunun içinde garsonlardan birinin bakışlarını yakalamaya çalışırken, başka biri bunu fark edip bizimkine sesleniyor. Ses tonuna ve sonunda attığı kahkahaya bakılırsa “Sen bana laf yetiştireceğine müşterinle ilgilensene, görmüyor musun kulakları uzamış açlıktan” gibi bir şeyler söylemiş olabilir.
Garson amcayı yakalamış olsak da sipariş vermek o kadar kolay değil. Anladığım kadarıyla önce bir hal hatır faslı var. Aramızda İspanyolcası olan Evrim. Konuşma kısmıyla o ilgileniyor. Ben söylediklerini anlamadan amcayı izliyorum. Bu kadar heyecanlı, elini kolunu bu kadar kullanarak ne anlatıyor olabilir? Evrim siparişi tamamlayana kadar konuşma yine gülüşmelerle kesiliyor. Ben ise amcayı izleyerek düşüncelere dalıyorum.
Vay arkadaş, ben ki büyük bir holdingde Sinyır Vays Pirezidınt olarak çalışıyorum, New Yorklara Londralara gidiyorum, önemli kararlara imza atıyorum… Gel gör ki şu amca yeminle işini benden çok severek yapıyor.
Nihayet yemeği bitirip hesap faslına geçiyoruz. Yine acele yok. Hesapla beraber içlerinde lolipop şekerleriyle şampanyalar geliyor. Biz de artık bu ritme ayak uydurup sandalyelerimize yerleşiyor ve sohbete devam ediyoruz. Bir yarım saat de öyle geçtikten sonra kalkıp kapıya doğru ilerlerken bu kez de veda faslı var. Amca bizi neredeyse kapıya kadar geçiriyor. Sarılıp öpse şaşırmayacağım, o kıvama gelmişiz.
Restorandan çıkıp dolaşmaya başladıktan az sonra uzaktan gelen ve gitgide yükselen bir müzik sesi duyuyoruz. Derken yerlere kadar mor kıyafetleri ve kafalarında kukuletalarıyla bir grup görünüyor. Ben şaşkınlık içindeyken Evrim sevinmiş görünüyor. Bu kortejin Paskalya törenlerinin en önemli kısmı olduğunu, görmeye geldiğimiz şeyin tam da bu olduğunu anlatmaya başlıyor.
Beyin kıvrımlarımdan bir kısmı Evrim’in anlattıklarını dinlemekle meşgulken, bir kısmı hızlı bir arşiv taraması yapıyor. Anılar dolabı, hayaller çekmecesi, korkuların kilitli olduğu kasa…Derken sonunda buluyorum. Bunların beyaz giymiş versiyonlarını, ellerinde meşaleler, gece vakti ayin yaparken ve zencileri öldürürken hatırlıyorum. Bu görüntü bir kitaptan mı, yoksa bir filmden mi sızmış hafızama bilmiyorum ama rahatsız edici hatta ürkünç. Dolayısıyla bu mor kukuletalı adamlar hakkındaki ilk fikrim de bu. Ürkünçler.
En öndeki grup ellerinde flamalarla geçiyor, arkadan gelenlerin ellerindeyse kocaman mumlar var. Bunların arkasından ise yerden yüksekte, sallanarak ağır ağır ilerleyen bir araba.
Başka bir kelime bulamadığım için bu şeye araba diyorum. Yaklaştıkça aslında çiçekler ve mumlarla süslenmiş, üzerinde yanılmıyorsam Meryem Ana heykeli olan gösterişli bir platform olduğunu ve yine mor giyinmiş yüzleri örtülü bir grup tarafından taşındığını fark ediyoruz. Gözleri bile görünmeyen bu adamları bu kadar yakından izlemek tedirgin edici.
Kortej oldukça uzun. En arkada halktan insanlar da kortejle ilerliyor. Bir de bizim gibi durup seyredenler var. Turistler şaşkın bakışları ve fotoğraf makineleriyle kolayca fark ediliyor. Kortej ilerleyip kalabalık dağılınca biz de şehrin diğer kısımlarını keşfetmek için yola koyuluyoruz. O an bilmediğim şey bu cübbeli arkadaşlarla yollarımızın daha pek çok kez kesişeceği.
Aşağıdaki manzarayı görebilmek için yaklaşık bir saatlik bir tırmanışla Gibralfaro denen tepeye çıkmayı göze almak gerekiyor ama olsun, manzara buna değecek güzellikte. Fotoğrafta gördüğünüz Malagueta bölgesi limandan başlayıp sol tarafa doğru uzun bir kumsalla devam ediyor. Bölgenin ismi ise 1876 yılında yapılmış olan arenadan geliyor.
İspanya’nın bazı bölgelerinde yasaklanmış olan boğa güreşi bu bölgede oldukça popüler. Her ne kadar kültürel bir öğe gibi sunulup turistik gezilerin bir parçası haline getirilse de özünde bir canlının başka bir canlı tarafından öldürülmesini izleme düşüncesi beni rahatsız ediyor. “Sloganlara kanmayın, boğa güreşi yerine fazladan bir Flamenko gösterisi izleyin.” deyip konuyu kapatıyorum.
Tepeye dönersek…Tepede manzaradan fazlası var. Araplar tarafından yaklaşık bin yıl önce yapılmış, ilerleyen yüzyıllarda defalarca güçlendirilmiş ve önemli bir kısmı günümüze sağlam ulaşmış bir kale. Görülmeye değer. Tarihe ve manzaraya doyduğunuzda ise sahile inip güneşin tadını çıkarabilirsiniz. Yılın üç yüz günü güneşli bir şehirde zor ama olur da kapalı bir havaya rastlarsanız üzülmeyin. Güneş sizi sonraki durak Kordoba’da bekliyor olmalı.
Kordoba’ya adım attığımız anda başka bir yere geldiğimizi anlıyoruz. Kordoba bizi kaldırımlarında portakal ağaçları, parke taşlı daracık sokakları ve sardunyalarla süslenmiş balkonlarıyla karşılıyor. Attığımız her adımda gittikçe artan bir Arap etkisi hissediliyor. Renkler, şekiller, dokular Fas’ı çağrıştırıyor.
İlk hedefimiz La Mezquita. Kordoba’nın meşhur Cami-Katedrali. Bahçe ana baba günü. Kapalı bilet gişesinin camındaki bilgilere bakılırsa yalnızca sabah saatlerinde turistik ziyarete açıkmış. Neyse ki Türk’üz. Böyle kurallara pabuç bırakacak değiliz. Etraftaki birkaç kişiye sorup on beş dakika içinde bir ayin başlayacağını öğreniyor ve katedralin kapısında bekleyen kalabalığa katılıyoruz. Fotoğraf makinelerimizi çantalarımıza koyup en inançlı yüz ifadelerimizle beklemeye başlıyoruz. Kapı açılıp içeri adım attığımız anda gördüğümüz manzara şu:
Pek çoğunuz gibi ben de bu görüntüyü yüz metreden tanırım. Tarih kitaplarında Endülüs Emevi Devleti başlığının altındaki değişmez kare. Burada turumuza kısa bir tarih molası verip 1300 yıl geriye sararsak…
Sene 711. Dört halife döneminin sona ermesiyle Müslüman Araplar’ın yönetimini ele geçiren Emeviler, Kuzey Afrika’nın tamamını fethetmişler. Avrupa’ya açılmak istiyorlar. Emevi Devleti’nin Kuzey Afrika valisi, o bölgede yaşayan Berberi halkından Tarık Bin Ziyad’ı on iki bin askerle birlikte gemilere bindirip İber Yarımadası’na yani bugünkü İspanya topraklarına gönderiyor. Karşısında doksan bin kişilik bir ordu bulan Tarık Bin Ziyad’ın yaptığı ilk şey askerlerinin sayıca üstün düşman karşısında korkup kaçmalarını önlemek için, gelirken kullandıkları gemileri yaktırmak oluyor. Geri dönüş umudu kalmayan ordu tüm gücüyle savaşıyor ve sonunda kazanan taraf oluyor.
Bugün, yapılan şeyin geri dönüşü olmadığını ifade etmek için kullandığımız gemileri yakmak sözü işte buradan geliyor. Kuzey Afrika ile İber Yarımadası’nı ayıran Cebelitarık Boğazı da adını Tarık Bin Ziyad’dan alıyor.
Sonrasında Müslümanlar İber Yarımadası’nın büyük kısmının fethediyorlar ve burada Endülüs Emevi Devleti’ni kuruyorlar. 900’lü yıllarda Başkent Kordoba, üniversiteleri ve kütüphaneleri ile Avrupa’nın önemli kültür merkezlerinden biri haline geliyor. Tam rakam bilinmese de o yıllarda Avrupa’nın en yüksek nüfuslu şehri olduğu söyleniyor.
Endülüs Emevi Devleti 1031 yılında yıkılsa da yarımadadaki Müslüman varlığı 1492’ye kadar küçük beyliklerle devam ediyor. Yaklaşık yedi yüzyıl süren egemenlikleri döneminde Araplar bölgede pek çok önemli eser inşa ediyorlar ve böylece mimari kültürleri bugün de bölgenin her yerinde kubbeleri, kemerleri, avluları ve karo döşemeleriyle karşınıza çıkıyor.
Cami-Katedral ya da o zamanki adıyla Kurtuba Camii de Müslümanlar tarafından yapılan en görkemli eserlerden biri. İsminden anlaşılacağı gibi bir dönem Kordoba’nın en görkemli camisi iken şimdi katedral olarak kullanılıyor. Mezquita isminin de Arapça mescit kelimesinden geldiğini söyleyen kaynaklar var.
Akşam izleyeceğimiz Flamenko gösterisinin yeri de katedralin hemen yanında, gelmişken uğruyoruz. Görevli kız yerlerimizi gösterdikten sonra akşam erken gelmemizi, geçit törenleri dolayısıyla yolların kalabalık olacağını söylüyor. İyi de bizim otelimiz buraya 250 metre mesafede. Acele edersek iki, yavaş yürürsek üç dakika sürecek bir yol. Buna rağmen kız en az bir saat önce yola çıkmamız konusunda ısrarcı. Madem bu kadar ısrar ediyor, yarım saat önceden yola çıkarız o zaman, erken gelip bir şeyler içeriz.
Kızın yanından ayrılıp kendimizi dar sokaklara atıyoruz. Yerel hediyelik eşya satan dükkanlar rengarenk. Hani dekorasyon dergilerinde Evinizde Fas Esintisi gibi başlıklar olur ya, buradaki rengarenk deri puflar, işlemeli cam bardaklar, ahşap oyma objeler, pırıltılı yastıklar, simli örtüler ve mozaiklerle Fas esintisi kapıdan girer girmez yüzünüze çarpıyor.
Böyle bir dükkanı gezerken, girdiğimiz kapının karşısında başka bir kapı görüp “Hadi bu taraftan çıkalım” dedik ve birkaç adım sonra kendimizi sokak yerine fotoğraftaki avluda bulduk.
Yerde yuvarlak taşlar dizili, duvarlar çiçek saksılarıyla kaplı. Serinliği ve sessizliğiyle kalabalık sokaktan sanki çok uzak. At bir tahta masa iki de sandalye, akşama kadar otur. İster çayını iç, ister yazını yaz.
Yürümeye devam ettikçe neredeyse bütün binalarda böyle avlular olduğunu ve tam da bu işe yaradıklarını fark ediyoruz. Binaların çoğu iki üç katlı ve sokağa bakan kocaman kapıları var.
O kocaman kapıların arkasında ise değişik büyüklüklerde ama illa ki çiçek dolu yemyeşil avlular. Bir de tabii bu avlulara bakan ve yazın muhtemelen çok rağbet gören serin odalar.
Akşam Flamenko gösterisi izlediğimiz mekan, öğle ve akşam yemeklerini yediğimiz restoranlar ve ertesi sabah kahvaltı yaptığımız kafe de birbirinden güzel avlulardaydı. Birkaç günün sonunda anlıyoruz ki Endülüs’te hayat gerçekten avlularda geçiyor.
Kordoba’da yalnızca küçük şehirlerde olan o sakin güzellik ve kendine özgülük var. Büyük şehirleri gezerken kendinizi kolayca kaptırabileceğiniz o tüm müzeleri gezme, bütün meşhur restoranlarda yemek yeme, turistik tüm aktivitelere katılma arzusunu dizginlemek burada daha kolay. Bunu yaptıktan sonra şehrin ritmi zaten sizi yönlendiriyor. Kendinizi bırakırsanız, zaman yavaşlıyor ve günler uzuyor. Bu şekilde geçireceğiniz bir haftanın ardından kendinizi bir ay dinlenmiş gibi hissetmeniz normal.
Sardunya dolu balkonlara, duvarlara bakarak dolaşırken yine o dünkü müzik sesini duyuyoruz ve çok geçmeden mor kukuletalı arkadaşlar beliriyor. Tek farkla, buradakiler mor yerine beyaz kıyafetler tercih etmişler. Kortejin yaklaşmasıyla ortalık bir anda kalabalıklaşıyor, biz de bir kenarda durup izliyoruz. Zaten başka türlüsü pek mümkün değil. Kortej öyle kalabalık ve uzun ki onun tersi yönüne ilerlemek mümkün değil. Ara sokaklar da izlemek için duranlarla dolunca yaya trafiği kilitleniyor. Kızın uyarıları geliyor aklımıza. Akşam gösteriye giderken bir saat olmasa da en azından kırk beş dakika önceden çıkalım biz yola, ne olur ne olmaz.
Dolaşırken önünden geçtiğimiz bir kapının üzerinde Hammam tabelası görünce ilgimizi çekiyor. En azından bilgi alırız diye içeri giriyoruz. Broşürdeki fotoğraflar çok havalı. Mermer sütunları, kırmızı beyaz kemerleri, işlemeli kubbesi ve kocaman havuzuyla beni fazlasıyla cezbediyor ancak kullanım saatleri kısmına gelince işin rengi değişiyor. Hamam bir buçuk saatlik seanslar halinde kullanılıyor. Üstelik parantez içinde, eğer yaptırırsanız, kese ve masajın da bu süreye dahil olduğunu belitmişler. Tamam, İspanyollar Arapların yüzyıllar önce yaptığı eseri bugüne kadar korumuşlar, bakımını yapıp işletmeye açmışlar, peştamalını ve bakır tasını bile koymuşlar ama olmuş mu? Olmamış çünkü adamlar olayın felsefesini anlamamışlar. O sürede bırak yıkanıp çıkmayı, insanın kiri kabarmaz.
Eğer bir gün bu yazıyı İngilizceye çevirmeye karar verirsem, bu son cümleyi atmam gerekecek korkarım.
Akşam yemeğinden önce üzerimizi değiştirmek için oteldeki odamıza henüz girmişken bando sesiyle balkona koşuyoruz. Kortej bu kez bizim sokaktan geçiyor ama bu, gün içinde gördüklerimizden farklı. Tema aynı olsa da taşıdıkları arabaların üzerindeki heykeller değişik. Bir de bu kortejde bando takımına ve kukuletalı gruba ilaveten siyah yas kıyafetleriyle arabanın arkasında yürüyen kadınlar var. Kadınların hepsi aynı giyinmiş. Saçları bellerine kadar inen siyah dantelli bir tül ile aynı şekilde toplanmış.
Kortej, bandonun ritmiyle yürürken nereden geldiğini anlamadığımız bir komutla duruyor. Bu sırada orkestra çalmaya devam ederken sanırım o platformu taşıyan adamlar da soluklanmış oluyorlar. Kortej durduğunda seyircilerin arasındaki çocuklar ellerindeki toplarla, uzun mumlar taşıyan kukuletalı grubun etrafını sarıyorlar. Onlar da mumlarını eğerek eriyen kısımları çocukların ellerindeki toplara damlatıyorlar. Anladığım kadarıyla amaç haftanın sonunda en büyük topa sahip olmak ve bazı çocuklar bu konuda gerçekten iddialıydı. Özellikle bir tanesi vardı ki, bizim izlediğimiz birkaç dakika içinde mum taşıyıcıların hiç birini boş geçmedi, hepsinden birkaç damla almayı başardı.
Turistler için eğlenceli bir seyirlik olmanın ötesinde bütün bu olup bitenin ne anlama geldiğini öğrenmek isteyenler için şöyle bir özet yapabilirim:
Hz. İsa’nın ölümden sonra dirilişinin kutlandığı Paskalya günü ve öncesindeki bir hafta Hıristiyanlar tarafından Semana Santa (Kutsal Hafta) olarak anılıyor. Perşembe gecesi Hz. İsa’nın havarileriyle o meşhur son akşam yemeğini yediği gece ve Kutsal Perşembe olarak biliniyor. Cuma günü ise çarmıha gerildiği gün. Pazar günü yapılan yeniden diriliş kutlamalarıyla hem kutsal hafta hem de paskalya dönemi sona eriyor.
Her ülkede farklı törenler olsa da en görkemli kutlandığı bölgelerden biri Güney İspanya. Buradaki törenler on altıncı yüzyıldan beri İngilizce’de kardeşlik denilen hiyerarşik ve iyi organize olmuş dinî gruplar tarafından organize ediliyor. Farklı kiliselerden çıkan kortejler saatlerce şehrin sokaklarında dolaştıktan sonra kendi kiliselerine geri dönüyorlar.
Herhangi bir anda şehirde dolaşan pek çok farklı kortej oluyor. Karşılaşmaları durumunda nasıl bir kaos olacağını tahmin etmek zor değil. Bu sebeple hangi
kortejin saat kaçta kiliseden ayrılıp, hangi güzergâhı izleyeceği önceden belirleniyor. Hatta seyirciler için bu güzergâhları farklı renklerde çizgilerle gösteren haritalar var.
Her kortejde genelde omuzlar üzerinde taşınan iki platform oluyor, birinde Hz. İsa diğerinde ise Meryem Ana heykelleri bulunan. Yıl boyunca bu heykelleri hazırlamakla görevli olan insanlar var ve her ne kadar birbirine benzer görünseler de her bir heykel Hz. İsa’nın son günlerinden ayrı bir sahneyi temsil ediyor. Platformlar çok ağır olduklarından, bunları taşıyacak grupta olanlar bu iş için haftalar hatta aylar öncesinden çalışmaya başlıyorlar.
Her kilisenin ve o kiliseye bağlı dinî grubun belirli renkleri ve sembolleri var. Giydikleri kıyafetlerin biçimleri benzer olsa da renkleri sayesinde ayırt edilebiliyorlar.
O ağır platformları saatlerce omuzlarında ya da başlarının üzerinde taşımaları Hz. İsa’nın çilesine ortak olmayı sembolize ediyor. Koni şeklindeki başlıklarının şekli ise günahlarının affedilmesi umudunu ve cennete doğru yükseliş arzusunu.
Son Pazar yani Paskalya günü Hz. İsa’nın ölümden sonra dirilişini kutlamak amacıyla başlıklarını çıkarıyorlar.
Bu genel kültür arasından sonra balkona dönersek… Kortej önce hoşumuza gidiyor. Bolca fotoğraf ve video çekiyoruz ancak bir türlü arkası kesilmeyince akşamki gösteri için tedirgin olmaya da başlıyoruz. Anlaşılan saat ilerledikçe korteje katılanların da izleyenlerin de sayısı artıyor. Üstelik bizim gideceğimiz yön kortejin geldiği tarafta. Bir kez daha kızın sözlerini hatırlıyoruz. Biz en iyisi bir saat önceden yola çıkalım.
Öyle de yapıyoruz. Gösteriye bir saat kala yola çıkıp katedrale doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Bizim sokaktan ilerlemek mümkün olmayınca paralel sokağı deniyoruz. Kısa bir süre sonra orada da etten duvar ile karşılaşıyoruz. Bir sonraki paralel sokağa geçme şansımız yok çünkü zaten nehrin kenarındayız. Geri dönüp bu kez üst paraleli deniyoruz. Aynı kalabalık burada da var.
Katedral bu şehrin kalbi olduğu için törenlerin de merkezi. Hal böyle olunca onu çevreleyen tüm yollar insanlarla dolu. Yapacak bir şey yok . Kimi zaman izin isteyerek, kimi zaman fiziksel mücadeleye girerek var gücümüzle kalabalığı yararak ilerlemeye çalışıyoruz. Böyle bir yazıda metrobüs kelimesini kullandığım için çok üzgünüm ama yaptığımız şey iş çıkış saatinde Mecidiyeköy metrobüs durağında kalabalığın tersi yönde ilerlemeye çalışmak. Tam olarak bu.
Bu şekilde bir yere varamayacağımızı anlayınca hemen bir B planı yapıyor ve Katedrale doğru en kısa yoldan gitmek yerine bulduğumuz nispeten tenha yolları takip etmeye başlıyoruz. Bir ara kendimizi altı yedi sokak uzakta bulduğumuzda umudumuzu kaybetmeye başlasak da pes etmiyoruz. Elimizde harita, bir müddet artan bir tempoda yürüyerek, sonrasında koşarak iki üç kilometre yol katettikten sonra mekana varıyoruz. İçeri adım attığımız o zafer anında hissettiklerimizi herhalde ancak Tarık Bin Ziyad anlayabilir.
Abartmıyorum. Beni tanıyanlar bilir. Sinemaya filmin başlamasına on dakika kala vardığımızda “Nasıl olsa erken geldik. Bunlar şimdi on beş dakika da reklam oynatırlar. Ben film başlamadan yakın bir yerden çikolata kaplanmış fındık alıp geleyim” diyecek kadar son dakikacı bir insanım. Bir yere erken gidip beklemek fıtratımda yok ama bu tecrübeden sonra ertesi akşam Granada’da izleyeceğimiz gösteri için saatler öncesinden gidip mekanın kapısına dikiliyoruz. En kalpten tavsiyemdir, siz de öyle yapın.
Bir de biletlerinizi mutlaka önceden internet üzerinden alın. Biz bu sayede şovu en öndeki masada izledik. Bilet alırken yer seçimi yapılmıyor ama mekandaki görevliler oturma düzenini çok adil bir şekilde biletlerin alınış tarihlerine göre ayarlıyorlar.
Flamenko gösterisiyle ilgili İspanya dönüşü bir şeyler yazmıştım, tekrar anlatmayayım. Tek söyleyeceğim izlemeden dönmeyin. Hatta bir tane de değil, fırsatınız olursa her şehirde birer tane izleyin.
Ertesi gün seyahatimizin son durağı Granada’dayız. Bu sıcak şehre varınca yapacağınız ilk şey topuklu ayakkabı ve terliklerinizi çıkarmak. İki boyutlu haritalar da sizi yanıltmasın, her an yokuş tırmanmaya ya da inmeye hazırlıklı olun. Ben uyarımı yapayım da.
Şehrin tarihi bölgelerinde bazı yollar öyle dar ve öyle eğimli ki değil arabayla girmek, yürümek bile zor. Hostelimizin bulunduğu sokak da bunlardan biri. Bu daracık sokakların arasındaki bahçeli, birkaç katlı, çok eski ama çok güzel evleri görünce beynimin sağ yanı “Vaaay, bunlardan birinde yaşamak ne güzel olurdu” derken sol yanı “İyi de bu sokağa araba girmez. Bunlar eşyalarını nasıl taşıyorlar, market alışverişlerini nasıl getiriyorlar eve?” sorgulamasında.
Daracık yollar sürekli kıvrılıyor, çoğu zaman elli metre ilerde sokağın bitip yolun sağa kıvrıldığı yerde neyle karşılaşacağınızı göremiyorsunuz. Gündüz bu hiç sorun olmasa da gece, özellikle de yolunuzu bulmaya çalışırken, ara ara kalp atışlarınızın hızlanmasına sebep olabiliyor. Neyse ki Paskalya haftasındayız, yollar gece gündüz çok kalabalık. Korkacak bir şey yok.
Malaga ve Kordoba’da karşılaştığımız kortejler burada da karşımıza çıkıyorlar. Bir farkla. Daha düne kadar kortejin yaklaştığını haber veren bando sesini duyduğumuzda heyecanlanan biz, bir sürü kortej izledikten, yeteri kadar fotoğraf ve video çektikten sonra şimdi bu sesi duyduğumuzda “Yoo hayır, yine mi” diyerek diğer yöne doğru adımlarımızı hızlandırıyoruz. İnsanoğlu böyle işte.
Granada’da en sevdiğimiz yerler eski Müslüman mahallesi olan Albayzin ve devamındaki Sacromonte oldu. Yüzyıllar boyunca Albayzin bölgesinde yaşayan her kültür, mimari dokuyu kendinden etkilerle şekillendirmiş ve ortaya güzel bir karışım çıkmış. Birbirine benzeyen daracık sokaklarda kaybolmak da, yolu tekrar bulmak da aynı derecede kolay.
Çevrede pek çok hediyelik eşya dükkanı ve El Hamra sarayı manzarası eşliğinde çayınızı yudumlayabileceğiniz çay evleri (teteria) var. Gördüğünüz en temiz, en hijyenik mekanlar olmayacaklarını garanti edebilirim ama süslü tavanları, bol yastıklı sedirleri, tabureleri ve el yapımı ahşap masalarıyla görülmeyi hak ediyorlar. Hem içeceğiniz altı üstü bir çay. O kadar da hassas olmayın canım.
Albayzin’den yukarıya doğru devam ettiğinizde yol sizi Sacromonte’ye götürüyor. Çingene mahallesi olarak da bilinen bu bölgeyi, sırtlarını tepeye yaslamış beyaz evlerden tanıyabilirsiniz. Bu evlerin bazıları tepenin içine doğru oyulmuş mağaralardan oluşuyor. Flamenko gösterisi izlediğimiz restoran gibi. Sıcaktan korunmak için basit ve güzel bir çözüm. İklimin mimariyi şekillendirişine bir kez daha hayran oluyorum.
Bu arada ayak üstü konuştuğumuz bir kadın nereden geldiğimizi soruyor. Evrim Barselona cevabını verince “Boş verin orayı, hayat burada. Onlar ne anlarlar hayatın keyfini çıkarmaktan, hep koştururlar ve fazla ciddidirler” gibi bir şeyler söylüyor. Yok artık diyemiyoruz. Yiğidi öldür hakkını yeme. Bu insanlar rahatlıkta gerçekten sınır tanımıyorlar.
Şehir gerçekten çok kalabalık, çok hareketli. Dükkanlar, yollar, meydanlardaki restoranlar insan dolu. Otel ve hostellerde de durum aynı olduğundan kalacağımız yeri seçerken bile fazla alternatifimiz yok. Sonradan bunları Demet’e anlattığımda çok şaşırıyor. O burayı Ağustos ayında ziyaret etmiş. Onun hatırladığı acayip sıcak ve tenha bir Granada. El Hamra Sarayı’nı kapıda hiç beklemeden bilet alıp, rahat rahat gezdiğini anlattığındaysa şaşırma sırası bende. Sonradan öğreniyorum ki yaz sıcaklıkları öğlen 40 derecenin üzerine çıkabildiğinden, Granada yazın pek fazla ziyaretçi almıyor. Nisan Mayıs ya da Eylül ziyaret için en ideal aylar.
El Hamra Sarayı yalnızca Granada’nın değil tüm Endülüs bölgesinin en önemli eserleri arasında olduğundan gezilecek yerler listesinde ilk sırada. 800 yıldır o tepenin üzerinde oturan saray 3 milyon 455 bin metrekare alanıyla uzaktan oldukça etkileyici görünüyor. İçi de güzelmiş. Bilmiyorum, ben gezmedim.
Evrim sabah 7 gibi kalkıp sarayı gezmek için sıraya girerken ben uyumayı tercih ediyorum. Önceki akşam yemekte gelen litrelik sangria sürahisinin üç bölü beşini tek başıma bitirmemle ilgisi olabilir.
Olmayabilir de. Tarihin her döneminde ister imparator olsun, ister padişah, ister kral, tüm yöneticilerin “En muhteşem, en görkemli, en etkileyici saray benimki olmalı” hırsıyla yaptırdıkları, halka hiç bir faydası olmayan, muhtemelen halkın kapısından adım bile atamadığı, yöneticiler arasındaki kiminki büyük yarışından başka bir şeye hizmet etmeyen bu saraylara karşı içten içe hep bir gıcıklığım vardı.
Pişman mıyım? Değilim. Evrim Sarayı gezerken ben de sarayı çevreleyen parkta dolaşıyorum. Ağaçların arasında yürürken uzak bir yerden tanıdık ezgiler geliyor kulağıma. Sesleri takip ettiğimde taş banka oturmuş çalıp söyleyen bir grup görüyorum. Önce biraz ileriye oturup birkaç şarkıyı sessizce dinliyorum. Melodiler o kadar bizden ki dayanamıyorum, çekinerek yanlarına gidip nereli olduklarını soruyorum. Yunanlarmış.
Sonrasında Yunanistan’dan İspanya’ya bisikletiyle dokuz ay pedal çevirerek gelmiş olan bir adam neşeli kemençe gibi bir aletle Üsküdar’a Gider İken şarkısını çalıyor. Ben bildiğim kadarını Türkçe söylerken, öğrenci değişim programıyla Granada’ya gelmiş, biri işletme diğeri müzik okuyan iki kız nakarattan sonrasını Yunanca söylüyorlar. Hayat sürprizlerle dolu. Yaşamak güzel.
Tabii size sarayı gezmeyin demiyorum. Hem Evrim hem Demet çok beğenmişler. Ayrıca her yıl gezen iki buçuk milyon kişinin de herhalde bir bildiği vardır. Eğer yoğun bir zamanda gidecekseniz biletlerinizi önceden almanın faydası olabilir. Birkaç gün değil, birkaç hafta önceden.
Granada’daki son gecemiz, bahsettiğim Kutsal Perşembe’ye rastlıyor. Bunu anlatmak zor. Tüm şehir sokaklarda. Apartmanlar