Hanak, Saskara köyü… Önceleri Kars’a bağlıydı, sonra Ardahan’a bağlandı. Babam o köydendir benim. Annem Artvin, Yusufeli/Barhal; ama ben kesinlikle %100 Ardahanlı olduğumdan eminim.
Geçtiğimiz haftalarda Karslı ağabeyim İlhan Koçulu ile İstanbul’da bir balıkçıda buluştuk. Ayakta selamlaşır sarılırken boy pos, kemik yapısı, iri eller, çene falan… Genetik ne tuhaf şey. 1.80’e yakın boy bende, 1.90 İlhan ağabey’de… Kocaman kocaman el sıkıştık. Oturduk sonra, konuştuk. Kars, Ardahan… Bir araya geldiğimizde başka yere gitmiyor ki zaten konu…
Ben ve ağabeyim -öz ağabeyim- yaz tatillerimizde, olursa da ara tatillerimizde köyümüze bırakıldık hep çocukken. En gariban evde bile kendine ait bir kovan arı olan muhteşem bir yerdir orası. Bugünkü gibi şeker, glikoz falan nerede… Bal mumu bile yok. Arı kendi kendine bal yapardı haşıl tarlaları içine. Topak topak onu bulurduk çoluk çocuk. Dumanla falan arıyı kaçırır, balı hapur hupur, anında yutardık.
Malakanlar’dan kalma birkaç erik, birkaç da yabani armut ağacı hatırlıyorum. O gün ağaçta beş erik varsa beş erik, yirmi beş erik varsa yirmi beş… “Allah ne verdiyse” denir ya, o deyimi yaşayanlardan olduk hepimiz. Ara öğünler o ağaçlardan çıkardı bize. Bir de Kars’ın demir elma ağaçları her yerde dolu zaten… 2.800 rakımda kurt olsa kime ne? Isır, tükür, bitti gitti…
Kaç yıl sonra Saskara’ya tekrar gittim. Tıkladığınızda göreceğiniz, ben mi abartıyorum bilmiyorum ama büyüleneceğiniz o toprak bizi, hepimizi sağlıklı besledi. O toprağın hediyesi sağlıklı yaşama, sağlıklı davranma halleri her gün daha da sararak benim bünyemi tamamen ele geçirdi.
Sabah kahvaltılarımızda şimdileri muhteşem bir doğal penisilin olduğunu öğrendiğim göğ çökelek, Ardahan’ın uçsuz meralarında gezen ineklerin sütünden tereyağı, karabuğdaydan sac ekmeği, şanslıysak bir kök taze soğan falan… Bir de yufkanın içine yumurta; ama ne yumurta… Bin metre gezen, vahşi hayvanlar gibi yaşayan tavuklardan alınırdı her sabah. Üzerine atılan tuz Kars Tuzlası’ndan çekilmiş, serilmiş, elenmiş gri-sarı gerçek tuz…
“Yüksek doz” oksijen ve deli gibi koşturmaca yüzünden öğleni bulmadan midemiz zil çalardı yine de. İşte o vakit de yardım, Saskara’nın tam ortasından geçen çaydan gelirdi. Bu çayda, o zamandan beri görmediğim kocaman alabalıklar taşların üzerinden zıplayarak aşağı doğru akardı. Tutmak birkaç dakikalık iş… Mevsim yaz olunca zaten köyün tüm çocukları “çimiyor” olurduk o suyun içinde; bir taşla iki kuş… Alabalık anında yakalanır, çakı ile temizlenir, dala takılıp oracıkta büyük çocukların yaktığı ateş üzerinde pişirilirdi.
“Büyük çocuk” hiyerarşide önemlidir. Kıskanmak falan söz konusu bile değil; onlar her an ufaklara kol, kanat, abla, ağabey idiler. Ufaklar adeta o abla ve ağabeylere doğrulmuş oyuncaklar gibiydi. “Bunun anası da sensin, babası da sensin” durumları…
Bu çocukların işi-gücü, sorumluluğu yoktu sanılmasın. 7-9 yaş arası çocuklar kaz sürülerine göz kulak olurlar. 9- 3 yaş arasındakiler koyunlara… Daha büyükleri ise “mala”, yani büyükbaşlara… En ufaklar da oyun arasında nerede tezek bulursa onu toplar; o tezekler evlerin damlarına yığılırdı.
Oyun, sorumluluk, paylaşma, kardeşlik duygularını o köyde öğrendik biz. Yaşayarak, tam yüreğimizde öğrendik. “Fırsat eğitimi” dediği bir şey vardı babamın. Doğal afetler, eşi benzeri olmayan acayip hortumlar, hayvanların kavgası, üremesi, dövüşmesi, ölmesi, kesilmesi… Hayatın her döngüsüne şahit olduk. Bizden saklanan ya da bizim farkında olmadığımız hiçbir şey yoktu. Her gecenin ardından güneşin doğacağını da böyle böyle öğrendik galiba. O yüzdendir ben hiç depresyona girmem. Hiçbir şeyden de korkmam.
Akşam yemekleri klasik Kars mutfağı… Genelde kaz ya da tavuk. Yüzlerce vardı, beslenirdi. Sabahtan ilk iş bir tanesi kesilir, temizlenir, odun ateşinin üzerindeki kazanda kaynamaya bırakılırdı. Kemiklerinden ayrılması akşamı bulurdu. Suyuna çorba, kavulca bulgurundan da pilav yapılırdı. Bu üçlünün arkasından tatlı derseniz tek seçenek helva… Kendi unumuz, tereyağımız ve Kars’ta o zamanlar açık olan şeker fabrikasının şekeri ile hazırlanırdı. O ciddi kalorili helva Ardahanlı çocuklara vız gelir tırıs gider, bir gram bile yağa dönüşmeden yanar giderdi. O saatten sonra evlerin içinde herkes işine…
Kadınlar çorap örer ya da yamalar; erkekler tütün içmeye, kahveye… Televizyonsuz, ışıksız evde çocukların yapacağı tek şey gaz lambasında kitap okumaktı. Çok çok küçük yaşlardaki çocuklara, akla hayale gelmeyecek destanlar, masallar anlatılırdı; hikâyeler, romanlar, dev Rus klasikleri içinde büyüdük. Okulların kütüphanelerinde, köy odalarında bu kitapları buluyorduk da nasıl oluyordu da bu kitaplar orada oluyordu sadece onu bilemiyorum hala. Tüm soğuk memleketler gibi okuma-yazma, deyişler, deyimler ve ata sözleri ile konuşma merakı çok çok yaygındı. Hemen herkesin eşsiz bir dil kabiliyeti olduğunu hatırlarım. Babamın Kars’ın rengarenk terimlerini en güzel halleri ile romanlarında kolayca akarak kullanması, yeteneği kadar yaşadığı ortamın gücündendir. Ardından gelenlere selam ola…
Bir odada çocuklar, bir odada büyükler… Aynı zeminde bir başka odada mal ve davarlar ile uyunurdu. Hayvanların nefesinden yayılan ısı bizi de ısıtır; taş duvarlar arasından, toprak ve ot ile yapılan damdan sızan tertemiz hava da ciğerlerimizi doldururdu. Hava ki ne hava… Kömür dumanı yok, manyetik kirlilik yok, yüksek gerilimi falan bırakın elektrik bile yok. Doğa ananın koynunda, bildiğiniz yaban hayat. Öylesine güzel ki her anı gözlerimin önünde şimdi.
Sütün süt, etin et, insanın insan, doğanın doğa olduğu yerde yoğrulduk. Sindirim sistemimiz gibi sinir sistemimiz de hep bu doğanın içinde tamamlandı. Tam da olması gerektiği gibi… Bizim o zamanlar şikayet ettiğimiz arpa ekmeği, yani Kavılca ekmeği bugün mumla aranıyor. İnsanlar oksijeni içlerine çekebilmek için nefes terapileri ile uğraşı veriyor. Kayadan kayaya atlayıp zıplayan çocukların yaptığı doğal egzersizleri yakalamak için dev spor salonlarına suni tırmanma parkurları kuruluyor.
Kardeşlik ve paylaşma duygusunu çocuklara verebilmek için kurulan oyun grupları, terapiler, rehberlik çalışmaları… Çocuklara bir kilo mera ineği eti, yarım kilo gerçek bal, gerçek bir köy yumurtası verebilmek adına savaşılır oldu şimdilerde. Ekmek pişirmek için kurslar, on gün temiz hava alabilmek için turlar düzenleniyor. Bozulmamış buğday alabilmek, bulabilmek için literatür taranıyor.
Mayası gerçek ekmek, mayası gerçek peynir artık neredeyse yok. İzliyorum, hatta meraktan katıldım ben bir tanesine, “peynir atölyesi” bilmem ne… Süt geliyor ortaya bir tencere, söz de süt… Mısır slajından, besi yeminden mamul… Kaynıyor falan. Doğal peynir yapılacak ya, “aaa” bir bakıyorsunuz ortaya güzelce hazır damla maya geliyor. Hop, damlat iki damla. Ne oldu? Doğal, organik peynir oldu. Böyle bir dünyaya kaldı işimiz.
Dönüyorum, kendi çocukluğumu gözden geçiriyorum. Ne yediysek gerçekmiş, hem de sonuna kadar. İçimize çektiğimiz hava oksijenmiş, tertemizmiş. Beyinlerimiz sosyal medyanın düşük gramajlı bilgi akışı ile değil; hiç görmediğimiz yerleri, hiç tanışmadığımız insanları, hiç bilmediğimiz inançları okumakla dolmuş. Her insan, her canlı, her varlık ile empati kurmaya, anlamaya, hatta sevmeye, dünyamızı onlar ile paylaşmaya hazırlanmışız biz. Yunan mitolojisi, Hint destanları, Uygur destanları, Dedem Korkutlar, sünnilik, alevilik, şenlikler, neler neler beslemiş bizi… Zengin tutmuş, menzilimizi genişletmiş, dünyalı yapmış her birimizi.
Meğer ne şanslı başlamışız hayata… Doğamızın bir gereği var; “doğal”ı yaşamak, “doğal”ı yemek, “doğal”ı içmek zorundayız. Biz bu çizgiden uzaklaşınca içimizdeki saat de bozuluyor. Ağzınızdan çıkan her harf bir tohum, damağınıza giren her lokma bir tohum, ciğerlerinize çektiğiniz her nefes bir şifa… Elden geldiğince peşinden koşmak, doğala, doğaya yaklaşmak amaç olsun, sonuç olsun isterim.
Zor yerde, zor koşulda; bileğinizin gücü ile bir yere geldiğinizde bir değer katılıyor size: Emeğe saygı… İster köyde ekmeği pişirenin verdiği çabayı getirin gözünüzün önüne, ister tarladan sofraya bir şeyler ulaştıranın… Doğumdan yetişkinliğe ekmeği peşinde koşanların çabası ya da… Hepsi aynı yol, hepsi aynı kapı…
Ekmeğe, emeğe saygı hücrelerinize işlediğinde insana saygı ile bütünleşiyor kavram. Kaybettiğimiz saygı, Anadolu’da, dağ başındaki çobanın sofrasında var…