Birbirine duygu geçirebilen, galeyana gelebilen, tek ve ortak bir düşman söz konusu olduğunda kenetlenen bir ulusuz her şeye rağmen…

Geçen hafta dünyalar güzeli bir evladın yasındaydık topyekun. Uzunca bir zaman sonra gündemi takip ettim, haber kuşaklarını izlemeye çalıştım. İzlemeye tahammül edebildiğim bir haftalık süre içinde arka arkaya hakikaten “iğrenç” cinayetler, olaylar, haberler çıktı. Öncesinde de aynıydı; sonrasında da değişir mi bilmem.

Nereye bağlanırsa bağlansın, ben bozulmanın sebebinin aile içlerindeki bozulma olduğuna inanıyorum. Ebeveyn zincirindeki müthiş kopuşlar… Yakınlara baksanız böyle, arkadaşlara baksanız böyle, komşulara baksanız böyle, çalışanlara baksanız böyle… Çocuk gelişiminde, eski deyiş ile “terbiyesinde” üçüncü nesil, yani anneanne babaanneler kızağa alınınca kırıldı olay.

Terbiyenin (bunu sertlik anlamında söylemiyorum) alındığı yerler ve anlar vardı. “Ellerini yıkamadan sofraya oturma; lokmanı bitir; annene ‘eline sağlık’ de; izin almadan asla bir şey alma; ister arkadaş olsun ister akraba, kimsenin dolap kapağı açılmaz; ‘lütfen’ demeden hiçbir şey istenmez; biri sana bir şey verdiğinde mutlaka teşekkür etmelisin; öğretmen ne diyorsa dinlenir, saygıda kusur edilmez, o da senin annen/baban sayılır; bakkal amcadan ekmek al gel; annen, baban, büyüklerin konuşurken sözlerini kesme; küçük kardeşin sana emanettir, koruman gerekir; kediye köpeğe taş atılmaz, kötü davranılmaz; komşu teyzen, amcan mı geldi? Ayak ayak üstüne atılmaz, el öpülür, ‘hoş geldiniz’ denir, kolonya getirilir; ağır eşya taşıyan komşu teyze/amca evlerine kadar geçirilir; kokusu yayılan bir şey piştiğinde üzerine peçete örtülüp içinde ne olduğu gösterilmeden komşuya yollanır…” Ne çok şey vardı?

Mahallede bir düşküne yardım edildiğinde o yardımın gizliliğinin, bunun bir aile sırrı oluşunun belletilmesi vardı. Üçüncü nesil ebeveynlerin harçlık verme ritüeli vardı ki bu ritüel onların hayatta atıl olmadıklarının, güçleri olduğunun çocuğa gösterisiydi. Bayramlarda sofranın başındaki dede, ritüelin tam merkezinde, torun için bir saygı unsuru idi.

O kadar çok hatırlıyorum ki… Hafızamda bütün kuvvetiyle yer eden şeylerden biri annemin gerçekten yoğun, kendisini çok zorlayan öğretmenlik hayatına rağmen okuldan eve geldiğinde önce bize sofra hazırlaması… Her gün, hiç istisnasız her gün yaptı. Birbirinden zor yemekler, geceden mayalanan yoğurtlar, pişirilen poğaçalar, babaannem (“ebe” derdik ona) seviyor diye onun dişlerinin kesebileceği yumuşak yemekler ve çorbalar…

“Çiçek” dediği karnabaharı çok severdi ebem. “Çiçek pişir sen gelin” diyen ebemi annem onca işi arasında hiç kırmazdı. Kırmızı, mor, siyah kadife kumaştan elbise düşkünlüğüne sahip bu dev kadının koluna girip Bursa Pasajına kumaş almaya götürüşlerine, eve yorgunluktan dizleri titreyerek dönüşlerine şahit olarak büyüdük ağabeyimle. Kars’tan kendi kültürünü İstanbul’a taşımış bu şahane babaanneyi annemin asla hakir görmediğini, saygısında kusur etmediğini de hatırlarız.

Annem nezaketi, zarafeti, saygıyı sunardı aileye. Babam emeği, biraz şımarma hallerimizi, insan, hayvan ve doğa sevgisini… Babaannem ise evin tek kelime ile “reisi” idi. Kural koyan da ekseriyetle o idi. Babam ezkaza işten geç gelse, biraz da babaannemi şüphede hissettiren halleri varsa vay haline! Gelinini koruyan annesinden zılgıtı yerdi. Bu hal ve davranışları ile erkek gücünün de üzerindeki kadın gücünün benim gözümdeki sembolüydü.

Annemin ebeme, yani babaanneme saygısı öylesine iliklerime işlemiş ki aynı davranış kültürünü ben de sağlıklı bir şekilde çocuklarıma geçirebildim. Sanıyorum ailemin bana kattığı, özümsettiği pek çok şeyi geçirebildim.

Babamı düşünüyorum. Her akşam işten gelirken bana, yani o zamanlar sadece yedi, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu olan bendenize muhakkak bir demet çiçek getirirdi. Kız çocuğu olmanın eksikli değil, bilakis çok süper bir şey olduğunu babamdan öğrendim ben. Doğduğum gün “kızım oldu” sevinci ile tüm maaşını hastanede bahşiş olarak dağıttığını da annemin bu olayı gururla anlatışından bilirim. İşin komiği ağabeyimin uzunca bir süre beni sırf kız olduğum için pek kıymetli bir şey sanışı… Hâlâ öyle düşünüyor mudur bilmem?

Demem o ki eğer babaannem sırf bize bakmak için Kars’tan hiçbir zaman sevemediği İstanbul’a gelmemiş olsaydı biz çok eksikli olurduk; güvende, saygıda, kültürde… İyi ki varmış. İyi ki annem okuldayken onun gayet güzel popomuza tokat atan, ama kartal gibi bizi koruyan kanatları altındaymışız.

Güven duygusu insanı kendisi ile barıştırıyor. Dünyaya, insana “dost”, “kardeş” gözü ile bakabilmeyi sağlıyor. Kendinize güvenen biri olduğunuzda sevmeyi biliyorsunuz, seviliyorsunuz, sağlıklı ilişkiler kurabiliyorsunuz. Sağlıklı insan ilişkileri ile beslenen ruhunuz sapmıyor, sapıtmıyor. Tensel ve tinsel olarak doygun ve doyumda yaşıyor. Ne olursa olsun manyaklaşmıyor.

İnsanın iç dünyası binlerce etken ile tamamlanıyor. Ebeveynlerinin sevmediği, değer vermediği, emek vermediği; ailesinden sadece şiddet, öfke, dayak, korku ve nefret duygularını alarak, bu duyguları içselleştirerek, gördüklerini modelleyerek büyüyen bir ruhtan sağlıklı davranışlar beklemek saflık olur.

Ben geniş aileleri doğru bulanlardanım. Evinde ona sevgi veren dede, anneanne, dayı, amca, kuzenler ile büyüyen çocukların her yönüyle tamamlanmış olduğuna inananlardanım. Sadece çocuğu değil, çocuğun genç ve esasta hâlâ toy olan ana-babasını gözleyen, onları doğruya yönlendiren yapı, geniş ailedir. Tüm bireyleri için, en çok da çocuk için müthiş bir güven duygusudur.

Aileyi aile yapan, büyüklere saygıdır. Onları sofraların baş tacı, geleneklerin yaşatıcısı, en tatlı sofraların kurucularıdır. En tatlı kuralları büyükler koyar, torunları en çok onlar sever. Ailenin ne denli kutsal olduğunu; hırsın, hasedin, fesadın ne kadar yakıcı olduğunu en iyi onlar bilir. Bir bakışta durgunluğumuzu fark eder; bir bakışta kırık, kırgın olduğumuzu anlarlar. Olgunluk ve tecrübe ile ailedeki tüm yaraları da kolayca sararlar.

Eğer içten ve ruhtan bir arıza yoksa, çok istisnai durumlar hariç, sevgi, saygı dolu bir aileden canavar yetişmez. Doğurduğu çocuğu kötülüklerle büyüten, ondan vazgeçen, unutan, emek vermeyen insan toplulukları için çözümler bulmalıyız. Fark edilmelerini, ıslah yöntemlerinin sosyal hizmetler ile denenmesini, yaptırımların uygulanmasını; devlet elinden önce komşu ve akrabaların sorumluluk hissetmelerini, kaçmamalarını, herkesin yaşadığı dünyaya elinden gelen emeği vermesini diliyorum.

Fark edip başını okşadığımız tek bir çocuk bile olsa, onun hayatı değişir. Kötülükler çarkını geri çevirebilmek adına bugün bir şeylere başlayalım hepimiz. “Yıkan” değil yapan, yaratan, sevgi dolu, kültürlü, doygun, okuyan ve anlayan çocuklar yetiştirelim. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Gücümüz, moralimiz hep yüksek olsun; iyi olacağımıza dair inancımızı hep koruyalım, inanalım, güvenelim istiyorum. İntikam duygusu ile değil, tamir edebilme duygusu ile hareket edelim istiyorum. Faydalı gördüğümüz derneklerde çalışalım, elimizden ne gelirse, ne olabilirse… En azından kendi çevrelerimizde… Yarışalım birbirimizle…

İçimden geldi ve güzel aileleriniz ile kurduğunuz güzel sofralarınızda dokuz yıldır var olduğumuz için tekrar teşekkür etmek istedim. Sofralar bizim ağzımızın tadı, huzurumuz, gücümüzdür. Sakın vazgeçmeyin.

Notum var bu arada. Hava fena soğuk. Bal ve pekmez güzelce dondu. Donar da… Gerçek bal donar, gerçek pekmez donar. Arı ne kadar çok çiçekten besin almışsa, beslendiği flora ne kadar zengin ise bal o kadar hızla donar. Donmuş kavanozların kapağını kapatıp 45 dereceyi geçmeyen bir suyun içine oturtun. Sonrasında da oda sıcaklığında muhafaza edin. Bal donmuyorsa, pekmez donmuyorsa orada bir sorun var demektir.

Bir not daha… Süt ve süt yağı durumu. İnanılmaz geliyor. Zaman zaman da sorular geliyor, anlıyorum.  Mısır slajı ve süt besi yemi ile beslenmeyen, gerçek yerli ırk, genetik müdahale görmemiş ineklerde olan bir durum bu. En son 60-70 sene önce görülmüş olabilir. %5,50 – 6,50 arası yağ oranı ve acayip yüksek protein değeri ile ürettiğimiz sütün bir eşi benzeri yok. İnek anaç ise, yavrusu doğmuşsa yağ hali artar. Bu yağ, olabilecek en sağlıklı mera yağı. Ne küspeden, ne pamuktan, ne de acayip yem rasyolarından kaynaklanıyor. Gerçek otun ve korunganın ta kendisinden gelir.

Aldığınız sütü her türlü analize, üstelik karşılaştırmalı gönderebilirsiniz. Asıl sorulması gereken buna sahip olmayan sütlerin neden sahip olmadığı… Sahip olması gereken yağ, protein ve besin değerleri düşük çıkan, muhtemelen GDO’lu yemler ile beslenen hayvanlardan alınan süt üreticilerine sorular sorulması daha doğru sanki…

Bu sütten peynir yaparken kesinlikle damla/mikrobiyel maya kullanılmaz. Tereyağı yaparken de laktoz oranının rahat sindirilebilir olması için ayrandan, yani yoğurttan tereyağı ve lor yaparız. Bunların ikisi de üretimde verimi düşüren ama değeri arttıran teknikler. Mandıramız çiftliğin içinde, tüm ruhsatları, analizleri, denetimleri ile her daim ziyarete açık.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/otu-cek-kokune-bak/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/otu-cek-kokune-bak/" data-text="Otu Çek, Köküne Bak" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/otu-cek-kokune-bak/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This