Geçenlerde en sevdiğim yazar Paulo Coelho’nun Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabını okudum. Bu kitapta yaşamakla ölmek arasında hiçbir fark göremeyen bir genç kızın öyküsü anlatılıyor. Veronika adlı bu kız depresyonda değildi, her şeye sahip olduğu düzenli bir hayatı vardı; sadece yaşama dair hiçbir şey hissetmiyordu. Ne acı, ne sevinç, ne heyecan… Hiçbir sebebi olmadığını belirterek soğukkanlılıkla ölmeye karar vermişti. İşin aslı şu ki Veronika hayatta hiç kendini var etmemiş, ifade etmemiş ve duygularını hissetmemişti. Bu yüzden de durum işte bu kadar anlamsız görünüyordu.
Evet, eğer hayatta hiçbir şey kovalamıyorsak, dünya üzerinde bir ‘‘derdimiz’’ , bir mücadelemiz yoksa Veronika ile aynı şeyleri hissetmemiz kaçınılmazdır. Bu da ancak hayatı gerçekten bir arayış içinde sürdürmek isteyenlerin dert edeceği türden bir intihar sebebi. Ama bence meselenin başka bir boyutu daha var: Tıpkı fazlasıyla yüksek sesli bir müzik gibi hayatımızı derdimizi anlatmaya adamak. Bir şeyin savaşını gerçekten vermekle onu ifade etmeye çalışmak arasında ince bir çizgi olduğuna inanıyorum. Bu sonuca da neden bazı müziklerin beni yakalayıp bazılarının yakalamadığından yola çıkarak vardım. Durun açıklayayım: Bence müziğin derdi, kısaca derdini anlatmaktır. Peki ama her derdini anlatan müzik, gerçek amacına ulaşmış oluyor mu? Öyle anlatışlar var ki ruhumuza işleyen, bize asıl meselenin sadece doğru sesleri ya da kelimeleri bulmak olduğunu fark ettiren, böylece adeta zihnimizin çözüldüğünü, görüntülerin berraklaştığını hissettiren. Bazen de gerçekler doğru kelimelerin de ötesindedir: Gerçek, sözcüklerin yetersiz kalacağı kadar ortada ama tariflere sığamayacak kadar da çok yönlü ve karmaşıktırlar. O zaman da müzik zihnimizi harekete geçiren ve bir sonraki adımı işaret eden bir yardımcı olarak gelip yakalar bizi. Yine de bütün bunlar madalyonun bir yüzüdür; diğer yüzü ise o ince çizgiyi aşmakla alakalıdır. Gelin bunu da yine müzikle açıklayalım: Eğer bir müzisyen kendini doğru ezgiler ve kelimeleri aramaya adamaz da salt ve sadece şu an var olanı görünür kılmaya çalışırsa, şarkıları da müziği de hem hakikati aramaz hem de sonsuza uzanamaz ve başarısız olur. Çünkü hiç bir gerçek, sadece şimdiki zamana ait olamaz ve sadece şimdinin verileriyle açıklanamaz. Gerçekler daima bir sürecin içindedir ki bu da gerçeğin değişkenliğini gösterir. Müzik ise bu değişkenliğin içinde kalıcı olanı yani gerçeğin karakterini bulur ve sonsuza uzanan işte bu olur. Müziğin derdi anlatmaktır; ama asla anlatmaya çalışmaz. Bu ancak hayatın ritmini taklit ederek fakat onu anlatmaya çalışmadan ortaya çıkarılabilen bir anlatış biçimidir. Evet, anlatmak! Hem bu derdi hep taşımalı, hem de asla bunu niyet edinmemelidir müzik. Bilmem o ince çizgiyi anlatabildim mi? Kendimizi ifade etmek ve ortaya koymakla, her zaman hayatın içinde oluruz, hayat dolu oluruz; ancak buna gereğinden çok anlam yükleyerek de hayatı içinde tıkılı kaldığımız bir zindana çevirebiliriz. Bazen bu zindanda olduğumuzu farketmeyerek bir ömür sürdürebiliriz. Özellikle diğerlerinin gözlerinde yer edinmeye çalışan bir hayat bizi daima o tek yönlü ve tek boyutlu zindana çağırırken…
Hiçbir şeyi kovalamamak yaşamın kıvılcımını söndüreceği gibi, peşinden koştuklarımızı gerçekliğin ve değişkenliğin içinde bir bütün olarak görmekle amaca giden araçları asıl hedef haline getirmek arasında daima bir çizgi vardır. Su akarken dolması gereken çukurlar asıl hedef olmayıp yine de su yolunun devamı için gereklidir. ‘’Kendimizi ifade etmeyi’’ dert edinmek ve hedef haline getirmek yaşam boyu süregelen karakterimizi durmadan ortaya koyayım derken daima değişkenliğe, hakkı olan yanımızı haksızlığa uğratabilir. Sonunda bir denize varacağız ve hep olduğumuz kişi olacağız, ancak o yolda bir nehir gibi hem amaçlarımıza doğru akacağız hem de kendimizi amaçlarımızla ifade etmek ya da yalınlaştırmak zorunda hissetmeyeceğiz; daima yenilenecek ve hayatın ritmine uyum sağlayacağız. Müzik bizi oraya çağırıyor.