Pırıl pırıl meyveler, şıkır şıkır üzümler, üzerlerine şerbet dökülmüş gibi bir ışıltı, ağacın dalından değil Instagram filtresinden çıkmışçasına müthiş bir görünüm; manavlar manav değil, adeta nayloncu.
Vallahi ben o dehşetengiz güzelliklerle rekabet edemem. 🙂 Ama bu alanda neler döndüğünü de açıklayabileceğimi sanıyorum.
Portakal, mandalina, ayva, elma, nar; ne bileyim, kestane, incir, zeytin, limon falan… Bunlar öyle senenin on iki ayı ağaçlardan kesintisiz toplanan şeyler değildir. Her birinin belirli bir olgunlaşma zamanı vardır; hasat zamanı geldiğinde ağaçlardan tek seferde toplanırlar. Örneğin kocaman bir portakal bahçeniz varsa, iklime göre, kasım ya da aralık ayında bahçeye girersiniz. Birkaç günlük bir çalışmayla portakalları toplar, kasalar ve koruma adımlarına başlarsınız.
Meyveleri ağaçta, toprakta, kasada ve soğuk hava deposunda hiçbir işlem yapmadan yetiştiren ve saklayan, kimyasal korumaya girişmeyen başka bir keriz daha yok sanıyorum memlekette bizden başka. Çünkü tüketicilerin çoğu “Ye beni, ye beni!” diye ışıldayan meyveler ister; üretici de “Müşteri her zaman haklıdır” düsturuyla bu talebi aynen yerine getirir. Kabahatin kimde olduğu beri kalsın, ben önce Yavuz Dizdar’ın şu yazısı için link vereyim:
Portakalı soydum, başucuma koydum, sen bir turuncu yalan uydurdun
Malının albenisini ve firesiz satışı tüketicinin sağlığından daha kıymetli gören, şık mı şık sunumların peşindeki tüccarlarımız, o parıl parıl görünümün insan sağlığını bozan tehlikeli bir şey olduğunu eşek gibi bilirler. O yüzden sattıkları meyveyi bırakın yemeyi, ellerini dahi sürmezler. Ancak bu işten de vazgeçmezler.
Fethiye, Demre, Finike, Kumluca, Mersin… Ağaçlara zehri basan üreticilerin kendileri onkoloji servislerini doldurur oldu buralarda. Madeni yağ, malathion, zinep, dicofol, tetradifon, w.p, e.c… “İlaçlama” adı altında masumlaştırılan narenciyeye zehir basma fiilinin ana aktörleri bunlar. Yirmi civarında zehir sıralı ya da karışık kullanılır. Çünkü maalesef narenciyenin belalısı çoktur. Üstelik denize ne kadar yakınsanız hastalıklar ve zararlılar o kadar artar. Kavlama virüsü, gözenekleşme virüsü, pas böcüsü, akdeniz meyve sineği, kırmızı örümcek, palamutlaşma vs vs. “Bu sene meyve bahçesinin yarısına hastalık girdi, yarı kazanca razı olayım” diye bir şey, üreticiler için konusu bile değildir.
Bu, işin birinci aşaması; ikinci aşama depolama… Tıpkı bizim gibi, sebze ve meyvelerin de nefes alıp vermesi gerekir. Hasattan sonra da canlılığını koruması gerekir yani. Ancak tüccar cephesinde kimse bunu istemez. Çünkü bu, bozulmanın başlangıcı ve hızlandırıcısıdır. Çözümü var elbette.
Meyve, ön soğutmanın ardından fungusite karşı ilaca bandırılır. Ya da püskürtme ile benomil, tiyabendazol, tiyofitanat basılır. Ardından yüzey kaplama işlemine alınır. Parafin ve benzer petrol bazlı bileşikler ilave edilir. Sonra da bozulmayı engelleyen gazlar basılmış, oksijen içermeyen, sızdırmaz depolara alınırlar. Detaylarını Google‘da aratıp okuyabilirsiniz. Yazarken bana fenalık geliyor…
Meyvenin, narenciyenin saklandığı bu soğuk hava depoları, ortak alanlardır. Yani siz “Ben bu işlere hiç girmeyeyim; benim ürünleri ilaca daldırma, gazlı odaya alma” diyemezsiniz. “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin” derler size. İnadınızı sürdürmek isterseniz ek maliyetin ağa babası çıkar karşınıza. Yani ya kuyuya, toprağın altına indireceksiniz ürürünüzü; ya da doğal mağarada saklamaya çalışacaksınız -ki denemişliğimiz var, canımız çıktı desek yeridir. Ya da en maliyetli seçenek: Tüm imkanları tıpkı bir keriz gibi zorlamak ve kendi soğuk hava deponuzu kurmak.
En büyük maliyet kalemlerimizden biri olan Sinekçiler Köyü’ndeki kendimize ait soğuk hava depomuzun varoluş sebebi budur. Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış. Müteşekkirim sisteme diyeyim bari…
İpek Hanım Çiftliği’nin soğuk hava tesisinde sadece kendi bahçelerimizin narı, portakalı, mandalinası, elması, ayvası, kestanesi, armudu saklanıyor. Kısaca, meyve ve sebzeleri kasalar içinde, 4 derecelik sabit sıcaklıkta tuttuğumuz bir alan burası. Saklanan ürünün nemini kontrollü kaybetmesi için tabanlara su sıkmaktan başka hiçbir şey yapmıyoruz. Ne toprakta müdahale ederiz, ne ağaçta, ne de saklama sürecinde.
Pırıl pırıl mandalinalar, zümrüt yeşili elmalar, senenin 12 ayı bitmeyen, eksilmeyen bir listeyle karşınızda olmak isterdim ama doğa ve toprak şartları ne kadarına müsaade ederse o kadarına razı olmayı tercih ediyorum. Daha o sabah ağaçtan kopmuş gibi gözüken alışılageldik ürünler şehirlerin bütün manav tezgahlarını doldursa da, toplandıkları ilk haftalar dışında bizde olmaz. İyi ki de olmaz 🙂
Mandalinalarımızın kabukları doğal olarak mat. Hafiften ve doğal olarak buruşmuş yapıda. Bazılarında inceden siyahımsı lekeler de oluyor. (olmalıdır, olacaktır). Toplama, satış ve final arasındaki süre kasım –
mart arası, aşağı yukarı 4 – 5 ay. Bunu 12 aya çekme arzusunda değiliz. Yine portakalda kabuğun matlığı ve albeninin eksikliği kendini belli eder. Varsın etsin.
Elmalarda hafif, kahverengi lekelenmeler olabiliyor. Kasalarda ya da kese kağıdında, birbirlerine değdikleri noktada olurlar. Çünkü mum ile kaplanmamışlardır. Temas ile kabuklar üzerinde hafifçe baskı olur ve bu da baskı noktasından oksijen girişine, rengin değişmesine sebep olur. Yine varsın, olsun; olmalı da.
“Bütün meyveler şıkır şıkır olsun, koliyi açanların gözleri ışıldasın, Instagram‘lar inlesin” demenin vebali altına girmek bana göre değil. Hiç olmadı. Seçerek; kimini rendeye, kimini sirkeye, eli yüzü nispeten düzgün olanları da sizlere göndermek daha doğru geliyor. Bu, bizim doğrumuz. İnsanın nerede duracağını bilmesi gerekiyor.
Tekrar tekrar söylüyorum: Para kazanmak, hak. Elbette her işin temeli vergi, SGK, maaşlar, giderler, bunları ödeyebilme gücü ve sonrasında kâr edebilmek üzerine kurulur. Ama sen para kazanacaksın diye başkaları ölürse, yaptığın o şey iş olmaz; taammüden cinayet olur. Cezasının hukuk yoluyla verilmesini çok isterim ama sanırım ülkemizde ancak Allah’a havale etmek yolunu kullanabiliyoruz. Umarım değişir bir gün.
Pınar Kaftancıoğlu