Hiç anlamamışımdır: Neden çoğu insan kıyılarda köşelerde kalmışlara ya da bu kıyı köşenin kendisine değer vermez? İnsanların ezilmiş ya da haksızlığa uğramışlara göstermesi gereken adaletten söz edecek olsam, insanın da müziğin de hayatın da asıl haksızlığa uğramış kısmının bu kıyıda köşede kalmışlar olduğunu rahatlıkla söylerim. Hayatımızın kalbi ve merkezi olan, altın değerinde, fakat üzerine düşmek şöyle dursun, adeta kaçtığımız anlardan söz ediyorum. Bundaki en büyük etkense hayatımızın her anını ve sahip olduklarımızı başkalarının gözünden görmeye zorlanmamızdır. Çünkü onlar belirlemiştir sahneyi neyin alacağını ve biz de çoğu zaman sahneye layık görmediğimiz çoğu şeyi buruşturup atıyoruz ya da dikkate değer bulmuyoruz. Kimsenin değer vermediği bir şeyle meşgul olursak komik duruma düşeriz sanıyoruz.

Hayatı gerçekten sevdiklerimiz ve dostlarımızla yani içtenlikle bize eşlik edenlerle paylaşmak muhteşemdir. Peki ya mutlulukla ve gerçek paylaşımlarla ilgisi olmayan ancak sahneyi almış olan popüler sosyal medya paylaşımlarına ne demeli? Anı yaşadığımızın gerçek delili, anı resimlemek ve bunu birilerinin gözüne sokmak gibi bu kavrama tamamen zıt bir eyleme ne zaman dönüşüverdi?  Ya da yaptığımız bir işin anlamlı olması için herkesçe kabul edilen bilinir bir etiket taşıması gerekliliği bize ne zaman gerçekten anlamlı bir şeyler yaptığımızı hissettirdi? Eğer dünyanın her yerinde çok satanlar listesine girmiş bir kitabı okumuyor, tanınmış bir müziği dinlemiyorsanız o kitap daha az kitap, o müzik daha mı az müzik oluyor? Herkes bilmez ve onaylamazsa yaşadığımız an daha mı az bizim oluyor? Yoksa tam tersi mi? Anılarımızı hatırlamak için hafızamıza kaydetmek gibi eşsiz bir deneyime sahip olmak varken fotoğraf makinaları aracılığıyla o ana sahip olup onu acımasızca deneyim olmaktan çıkarmak sizce neye hizmet eder? En çok kanıtlamak istediklerimiz en az inandıklarımız değil midir?

Bir gazeteciden Afrikalı bir kabilenin fotoğraflarının çekilmesine izin vermediğini duymuştum. İnanışlarına göre resimlenmek ruhlarını hapsedermiş. Belki de bunda bir gerçeklik payı vardır. En azından bugün fotoğraflarla akışını kesip durduğumuz hayatımızın bir yerlere ya da beğenisine sunulan gözlere hapsolduğu kesin. Nitekim dünyanın en iyi fotoğrafçılarının bile bazı muhteşem anları yakalamak için çıktıkları gezilerde anın büyülü etkisini bozmamak adına resmetmeyerek döndükleri söylenir. Aborjinlerle ilgili bir kitapta şöyle bir olay geçer. Genç bir kızın yolda bulduğu çiçek tacını kafasına takıp bir süre gezindikten ve tatlı iltifatlar işittikten sonra memnuniyetle bu tacı götürüp geri bıraktığını gören gözlemci kadın bu hareketinin nedenini sorar; kız şöyle der: ‘’Onunla geçirilebilecek en güzel ve doyumlu anları geçirdim şimdi ise ona ihtiyacım yok, zaten bana yaşattırdıklarına sahibim.’’ Biz sözüm ona sosyalleşme çabalarımızda bu erdemlere sahip olmayı aklımıza bile getirtmeyen ya da düşüncesi bile saçma dedirten bir boşluğun içindeyiz adeta. Sanki bizi eksik bırakıyor her anımızı popüler medyada sergilememek. Sadece bize özel olan ve herkeste olmayan bir şeye ya da bir ana sahip olmayı alenen, uzun bir ölüm acısı çeker gibi reddediyoruz. Bize bu kadar ihtişamlı görünen koca kalabalığın ortasında ucuz bir ilgiye açlık duyarak kendi merkezimizden nasıl uzaklaştığımızı düşünürken kendimi adını İbiza sahilindeki bir kafeden alan Cafe Del Mar müziklerine kaptırmış olduğumu fark ettim. Ve inanın bu anın resmini çekip yer ve zamanını kimseyle paylaşmadım. Bunun yerine bana hissettirdiklerini paylaşmayı tercih ettim.

Dünya üzerinde tanınmışlar kadar kıyıda köşede kalmış müziklerden de cover yapılarak oluşturulan bir müzik ziyafeti Cafe Del Mar ile gözlerinizi kapatıp İspanya kıyılarına gitmeye ve İbiza sahillerinde gün batımını izliyormuş hissi uyandıran muhteşem ve son derece rahatlatıcı Cafe Del Mar albümleri ile kulaklarınızı biraz kendi içinize çevirmeye ne dersiniz?

 

 

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/cafe-del-mar-ile-kiyilara-koselere/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/cafe-del-mar-ile-kiyilara-koselere/" data-text="Cafe Del Mar İle Kıyılara Köşelere" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/cafe-del-mar-ile-kiyilara-koselere/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p><a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/beyza-foto.jpg"><img fetchpriority="high" decoding="async" class="alignright size-medium wp-image-5854" title="beyza foto" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/beyza-foto-300x300.jpg" alt="" width="300" height="300" /></a>17 yaşımdayken Kuraldışı Yayınevi kitaplarıyla tanışmamla birlikte psikoloji ile ilgilenmeye başladım. O zamandan bu yana kitaplığımın büyük bölümüne yeşil rengin hâkim olduğunu söyleyebilirim. Aynı yıllarda dünya tarihi ve siyasetine de meraklıydım. Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdim. Ancak psikolojiye özel ilgi duymaya devam ettim. İnsanların belli fikirlere olan eğilimlerinin ya da toplumsal olayların arkasındaki psikolojik altyapıyı incelemeyi seviyorum. Okul yıllarımda sınav kâğıtlarım doğru cevaptan ziyade kendime özgü yazılarımla dikkat çekti. Mezuniyetten sonra bir süre, toplum gönüllüsü olarak, küçüklüğümde bizzat öğrencisi olduğum ve sunulan alternatif eğitimin gerçek özgüvenimi kazanmamı sağladığını düşündüğüm yerde (TEGV-Eğitim Parkları’nda)eğitmenlik yaptım. Aynı zamanda çeşitli konser, sanat etkinlikleri ile siyasi uluslararası organizasyonlarda çalıştım. Bir yıldır bankacılık yapmama rağmen, aslında asıl yaptığım işin eve her gün yazı çiziyle dolu kâğıtlarla gelmek olduğunu fark ettim. Böylece benim için bilinçsizce yapılan bir eylem olan yazmayı bilinçli bir şekilde geliştirmeye karar verdim. Aslında ben hep yazıyordum. Bu bir anda yağmurun yağması gibi: Bulutlar yeterince kararmışsa yağmur nerede ve ne zaman olursa olsun yağmaya başlıyor. Bunun için olsa gerek yazmak aslında biraz beklemek meselesidir. Bulutlar yeterince kararmadan ve gerçekte yeterince olgunlaşmadan iyi yazı yazamazsınız. Her birikim bir ağırlıktır ve yazmak bu ağırlıktan kurtulmanın en güzel yollarından biridir. Üstelik bu sanatın diğer dallarıyla da mümkün ve ben nerdeyse hepsini seviyorum. Resim çizmeyi de çok seviyorum örneğin. Ancak yinede işin içine bir şeyleri yazarak ifade etme arzusu karışıyor. Küçükken resimlerimin üzerine yazı yazılamayacağını öğreten okuldaki resim öğretmenime ve başarılı karakalem çizimlerime rağmen biraz daha basit, karikatürize çizimler yapmaya devam ettim. Bu benim için güzel resim yapmaya çalışmaktan daha anlamlı oldu hep. Bir başka tutkum müzik ve galiba bu ilk sırayı alır. İçerideki kötü müzikten dolayı alışverişi yarıda kesip çıkabilen ve iyi müzik çaldığı için bir kafenin önünde dikilebilen ya da konuşmayı bırakıp kulan kesilen biriyim. Bunların yanında bir süredir tiyatro eğitimi alıyorum ve bunun yazı, müzik, resim sanata dair her şeyi kapsadığını, üstelik dünyadaki bedene hâkim olma tekniklerinin en iyisi olduğunu düşünüyorum.</p> <p>&nbsp;</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This