Bazı blogların tedavi edici bir etkisi vardır. Bazıları eğlenceli, bazıları bazıları bilgi edindirme amaçlıdır. Bazıları alışkanlıktır, vazgeçilmez bir rutindir, bazıları ihtiyaçtır. BlogcuAnne.com tüm bunların ve daha fazlasının karmasından oluşan, Türkiye’nin ilk bloglarından. Çıkış yolunu kendi başına bulmaya çalışan, bir başına çocuk bakımını üstlenmiş annelerin soluklanacağı güvenilir duraklardan biri olduğu bugün su götürmez bir gerçek. Blogcu Anne’nin yüzbinlere ulaşan okur sayısına bakınca, bunun en büyük tutkalı olan dayanışma duygusunu hissetmemek ve etkilenmemek mümkün değil. Takipçileri onu seviyor çünkü herkesinki gibi, onun da anlatacak eşsiz bir hikâyesi var ve bunu en iyi şekilde anlatmayı başarıyor: Kendine gülüyor, duygularından konuşabiliyor, hatalarını yazmaktan çekinmiyor ve okuruna “yalnız değilsin” hissini veriyor.
Anne-baba olmak gibi sabır ve dayanıklılığı şart koşan zahmetli bir işi yıllardır yazıp çizen Elif Doğan’la yazlık bir sohbet yaptık. 19 aylık oğlu Derya’yı uyutup, diğer iki oğlu Derin ve Deniz’i kitaplarla dolu bir masada bırakarak sorularımızı cevapladı. Elbette her zamanki samimiyeti ve güleryüzüyle…
Yazmaya nasıl başladınız?
İnsanların okumaya değer bulacağı şeyler yazabileceğimi bilmiyordum. Hatta yazmanın sıkıcı olduğunu düşünürdüm. Benim geçmişte yazdığım yazılar ödevler, üniversite başvuruları, makaleler… Bana hiçbir konu verilmeyip, kafama göre, sadece imla kurallarına dikkat ederek yazabileceğimi düşünmezdim. O yüzden bana çok iyi geldi yazmak. Yazma serüvenim başladıktan yıllar sonra terapistim de aynı şeyi söyledi. İyileşmek için yazıyormuşum ben.
Türkiye’de blogları takip eden yüz kişiye ilk üç blogu sorsanız büyük kısmı blogcu anne der. Siz başladığınızda Türkiye’de durum nasıldı?
Hiç blog yoktu diyemem, ama çok azdı. O zamanlar Facebook yeniydi, Amerika’dan döneli bir sene kadar olmuştu. Deniz bebekti. 2009. Sıfır dijital vizyonla Facebook da Yonca gibi söner demiştim ama bir şekilde de içine girdim. Bütün günüm bebekle geçiyordu, Facebook’ta bugün şunu yaptım bunu yaptım diye yazıyordum. Bir arkadaşım sen niye blog yazmıyorsun diye sordu. O gece Blogcu Anne ismini aldım. O dönemler Pratik Anne vardı, Hamarat Anne vardı, Kitubi vardı. Pratik Anne pratik öneriler sunuyordu, öyle bir kadındı o. Hamarat da değildim, yemek yapmıyordum doğru dürüst, anca yazabilirdim ben… Blogcu Anne ismi oradan geldi. İstediğim gibi yazabildiğim bir yer oldu. İşte bu tür şeyleri farkında olmadan ortaya koymak, en çok da kendimi ifade etmek istemişim aslında. Benim tamamen kendimden vazgeçmediğimi, başka bir hayata geçince her şeyin tamamen sonlanması gerekmediğini kendime hatırlatma aracım oldu yazmak. Sonra bir yerlerde okudum, “Bağırmak için yazıyorum, sesimi duyman için değil” diye. Ben bağırırken başka başka sesler gelmeye başladı, yalnız olmadığımı gördüm, Annelik Her Zaman TozPembe Değil lafı da buradan çıktı. “Çocuklardan önceki hayatımı özlüyorum artık” diye yazdığımda, etrafımdan “Nasıl böyle konuşursun, annelik kutsaldır” gibilerinden tepkiler alıyordum. Yakın çevrem bile ne güzel işte, annesin, haline şükret, tek maaşla çocuğuna bakabiliyorsun, senin yerinde olmak isteyen bir sürü kadın var diyordu. Dışarıdan bakıldığında her şey oo ne güzel. Kim biliyor ki tek maaşla ben çocuğuma bakmak için nelerden vazgeçiyorum, bizim kendi hayatımız için nelerden feragat ettiğimizi. Belki ben de çalışıp onlara daha yüksek standartlar vermek isterdim. Kim bunu nasıl bilebilir? Dolayısıyla benim sanırım şöyle bir beklentim var, ben de öyle takip ediyorum insanları: Yargılamadan!
Sosyal medyadaki paylaşımları takip ederken işin eğlence boyutunu atlamamak lazım
Elbette! Kendime yukardan baktığımda halime gülüyorum. Boyu benim belime gelen insanlarla onları ikna etmek için, duşa girmesi için, oyuncaklarını toplaması için pazarlık yapıyorum. Elbette halime şükrediyorum, ama yine de çok zor. Bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim. İlk anne olduğumda uykusuzluğun beni bu kadar dağıtabileceğini, mutsuz yapacağını bilmiyordum, bilemezdim de. O yüzden bu anlamda anne bloglarını okumak iyi gelir. Yalnız olmadığımızı bilmek büyük bir dayanışma duygusunu getiriyor.
Şimdi şurada kahve içip laflamak ne büyük nefes. Ama aklım bir yandan da çocuklarda, gelip yüzselerdi diye…
Suçluluk duygusu hiç bırakmıyor ki! Suçluluk duymadığım zamanlarda suçluluk duymadım diye suçluluk duyan biriyim ben. Bu hislerin normal olduğunu bilmek gerekiyor. Anneliğe hazırlanırken tek bir eğitime gidecek olsam “yaşadıklarında yalnız değilsin” eğitimine giderdim. Sen ne yaşıyorsan dünyanın bir yerlerinde başka kadınlar onu yaşıyor.
Peki, bu kadar çok takip edilen biri olarak dijital dünyada var olmak isteyenlere ne önerirsiniz?
Başlarda yüz takipçim vardı, şimdi 100 bini aşkın takipçim var. 100 kişiye anlattığın şeyle 100 bin kişiye servis ettiğin şey arasında çok fark var. Geçen sene okudum: Bir fotoğrafını The NewYorkTimes’ın kapağında görmek istemiyorsan, onu koymayacaksın. Bu benim için çok iyi bir kural.
Bu kadar takipçi insanın yazma iştahını açıyor olmalı. Neleri yazıyorsunuz?
Tehlikeli bir çizgi var orada. Karşı tarafın okumasını istediğin şeyi yazdığın zaman güzel olmuyor. Kendi istediğini yazdığın zaman yerine ulaşıyor. Geçmişte o tuzağa düştüm, hala da belki düşüyorumdur, şu konuda yazayım da ilgi çeksin dediğim oldu… Kendimi belli bir konuya sıkıştırmaya çalışırsam iyi sonuç vermiyor. Tabii ki her zaman sıcak olan konular var. Uyku hiçbir zaman bitmez, tuvalet eğitimi… Ama bunları süreç dışında, yaşamadan yazıyor olmak benim için kolay değil. Yazılmaz değil, ama ben istediğim hissi veremiyorum. O yüzden daha çok kendi hayatım çerçevesinde takılıyorum.
Çizgisini değiştirmeden, samimiyetini bulandırmadan yıllardır yazıyorsunuz. Şimdilerde sanal dünyada ortalığın bu kadar bulanık olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim Dijital Topukları yapmaya başlamamızın sebebi buydu, bir yandan yazıp çiziyorum ama hiçbir sektörel standart yok, herkes kafasına göre takılıyor, kanun nizam belli değil. Amerika’daki bloglara bakın, orada ticari çalışma yapanlar mutlaka bunu belirtmek zorunda. İnstagram postuysa yanına sponsorunu belirterek, #add yazarak… Bu çok uzun zamandır orada öyle. Buralarda öyle bir şey yok, ben kendim oralardan görüp uygulamaya başladım çünkü evet, ticari paylaşımlar yapıyorum ama onun şeffaflığının olması gerektiğine inanıyorum. Okurumun benim o paylaşım için ödeme aldığımın bilmesi lazım. Sanki bir deneyim gibi sunulmaması lazım. Aslında tehlikeli bir pozisyon. Sen aslında bilirkişi değilim diyorsun, ama insanlar bunu senden talep ediyorlar. Bir güneş kremini yazarken, senin çocuğuna iyi geldi, ama benimkine gelecek mi? Bunun kesin bir standardı olması ve bulanıklığa yer vermemesi gerekiyor. Bence bu tür şeyleri yazarken, bunun bir ticari işbirliği olduğunu belirtmeyi karşı tarafa borçlusun.
Çünkü tavsiye bambaşka bir mekanizma… Doktoru bile tavsiyeyle seçiyoruz.
Ben bir tek kitap tavsiye ediyorum. Çünkü bana iyi gelmiştir, paylaşmışımdır. Ha, tabii bir kitabı da okumadı diye kimsenin hayatı kaymaz.
Islak mendili yere göğe koyamayan annelere ne diyorsun?
Dijital etik, ticari etik nedir’i konuştuğumuz bir dijital zirve düzenlememizin nedeni zaten bu. Bu belirsizlikte markaların, ajansların da payı var. Kaldı ki burada tartışılması gereken başka şeyler de var: Neden anneler bu paylaşımları yapıyor? Ve neden bu kadar çok takip ediliyorlar? Demek ki doyurdukları bir duygu var. Bu duygudan konuşalım.
Bu arada Elif’in büyük oğlu Deniz yanımıza geliyor.
Deniz: Merhaba, canlı yayın mı? Şu anda beni duyuyor mu?
Blogcu Anne: Evet canım, duyuyor.
Hazır yakalamışken sana da soralım Deniz. Bir zamanlar evin tek çocuğu sendin, ardından kardeşlerin sökün etti, ne diyorsun?
Deniz: Çok kötü
Blogcu Anne: Bir insan bir şeyde zorlanıyor diye onu sevmiyor anlamına gelmez. Bir şeyi hem çok sevip hem de zorlanabilirsin.
Deniz: Ama bu kadar zor olduğunu tahmin etmiyorduk değil mi? Keşke uyarsalardı
Elif: Evet ya! Çok zor!
Artık emeklilikte rahat ederiz!
Blogcu Anne: Haha, ama emeklilikte bile çocuk bakan anane babaanneler var. Doğa onlara artık çocuk yapma, bakamazsın demiş, ama bakıyorlar, ne yapsınlar! Eskiden derdim ki, onun torunu değil mi, o da baksın tabii, oysa hiç de zorunda değiller. Geçen gün kızkardeşime dedim ki, bir insana sürekli bir şeyler öğretmek zorundasın. Nasıl çatalı tutacağından tut, ağzını silmesi, sabah yüzünü yıkaması, klozetin kapağını kapalı tutması…
Elimi yıkamak zorunda mıyım? Sadece pipimi tuttum sorusunu her gün yanıtlamak…
Veya hiçbir şey tutmadım, niye yıkıyorum sorusu! O zaman nasıl oldu o? O ne demek? O tuvaletin hali?Her şeyi, sürekli öğreten insan olmak zorundasın ve o çok sıkıcı bir pozisyona sokuyor seni.
Deniz: Anne biz de mi böyle olacağız?
Blogcu Anne: Tabii ki sizde de böyle olacak. Ebeveyn olmak böyle bir şey.
Deniz: Eğlenceli!
Blogcu Anne: Ebeveyn olmak mı eğlenceli? Vıdı vıdı söylenen biri… Çocukların gözünde eğlenceli olabilir tabii. Yatağını topla, dişini fırçala, yemeğini bitir. Gerçi evdeki temel zorluklar belli: Yemek, çizgi film, abur cubur, uyku… Bunları kazasız belasız atlattın mı diğer anlar gayet tatlı. Beraber kitap okumak, fotoğraflara bakmak, yürüyüş yapmak…
Uzmanların, kitapların söylediği bir ideal var. Bu doğruları sonuna kadar bilip, hatta yazıp da evdeki işleyişe gelince işlerin rayından çıktığı zamanlar oluyor mu?
Blogcu Anne: Mesela çocuklara bağırmak çok kötü, bağırmayalım diye yazıyorum. Evde de size hiç bağırmıyorum değil mi Deniz? Sizin bağıran bir anneniz var mı?
Deniz: Anne, bugün hala kulaklarımın çınlaması geçmedi.
İki oğlunuz kardeşlerini nasıl karşıladı?
Büyük oğlum Deniz çok heyecanlandı. Bulantım vardı ve kendimi çok kötü hissediyordum, eşim seyahate gitmişti, hamileliğimi açıklamak için dönmesini bekliyordum. Döndüğünde Deniz’e niye bu kadar kötüyüm biliyor musun diye sorduğumda, hamile misin diye sordu!
Tabii ki herkes kendi payına düşen zorlukları yaşıyor, ne kadar çok sevseler de ilgi şu an en küçükte, evin patronu şu anda o. Yüksek sesli ve yeter ki sussun diye her şeye razı oluyoruz bazen.
Deniz: Dün resim defterimi yırttı, aşırı üzüldüm, Geçti gitti ama… Az önce de üzerime kum attı. Bazen biraz fazla gıcık. Bazen de beni görünce üstüme atlıyor.
Kardeşinin bakımıyla ilgileniyor musun?
Deniz: Evet, evet!
Blogcu Anne: Kardeşine yoğurdunu yedirir, ben yüzüp geleyim dedik bu tatilde. Bunu yapabildik! Şu anda 11 yaşında ve kardeşini oyalamanın bir yolunu buluyor.
Deniz: Derya 2,5 yaşında olsun bana bırakabilirsiniz. Rahat bırakırsınız…
Çocuklu hayat mı çocuksuz bir hayat mı? İkinci bir hayatınız olsaydı hangisini seçerdiniz?
Eğer birinciyi çocuklu geçirdiysem, ikinciyi çocuksuz geçirebilirdim. Tabii ki çocuklu bir hayat kurmaktan pişman değilim ama bu bence düz saçlıların kıvırcıklara, çillilerin çilsizlere özenmesi gibi bir şey. Çocuksuz arkadaşlarımın evlerine gittiğim zaman oradaki düzeni, dinginliği, yetişkin dokusunu, konan bir şeyin yerinde durduğunu görmek çok cazip gelmiyor değil. Amerikalı bir çift arkadaşım var ve başından itibaren çocuk istemediklerini söylüyorlardı, şimdi dünyayı geziyorlar. Yeni Zelanda, Tayvan, Avrupa, Afrika… Güzel takılıyorlar.
Peki, evcil hayvan mı çocuk mu?
Hahaha! Çocuklardan önce köpeklerimiz vardı, yengem bana her zaman çocuklu hayata çok güzel hazırlık yaptığımızı söylerdi çünkü tatillerimizi onlara göre ayarlardık, onlara bakacak birini bulursak tatile çıkıyorduk ya da onları da yanımızda götürüp köpek alan otellerde kalıyorduk. Dolayısıyla kısa da olsa bir oryantasyon imkanımız oldu. Köpek bu iş için ideal. Akşamına mutlaka dönmek zorundasın, dışarı çıkarmak zorundasın.
Bizim ülkemizde anneler çoğunlukla baba desteğinden yoksun. Ama yavaş yavaş şimdiki babalara, kendi eşime, arkadaşlarımın eşlerine bakıyorum, çocuğun banyo saatinde hooop banyoya götüren, öğlen ne yedirsek diye düşünen, çocuğu uyutan, altını değiştiren babalar ne kadar önemliymiş! Siz ne düşünüyorsunuz?
Böyle olmasını biz de talep ediyoruz. Bunda bizim de payımız var. Çünkü bir şeyi birinin üstlenip götürmesi güzel de, öbür taraf hiç iş yüklenmediyse bu şekilde gidiyor.
Geçenlerde bir instagram fotoğrafınızın altındaki yazıyı okudum. Üçüncü oğlunuzu göğsünüzde yatırdığınız fotoğrafın en tepki alan postunuz olduğunu yazmışsınız. Yeni doğum yapmış bir kadıncağıza ve yavrusuna bakan çoğu insanı duygulandıracak bir fotoğraf. Fakat çok tepki almış. Benzer durumlar sıkça başınıza geliyor mu?
Ramazanda bir kahve fotoğrafı paylaşmıştım. Çocukları eşime bırakıp bir kafeye gitmiştim, bir yaz günüydü, okullar yeni tatil olmuştu, hiçbir şeye fırsatımın olmadığı bir zamanda kendimi bir kafeye atıp vahada hissettiğim bir andı. Onu paylaşmıştım, farkında bile değildim, farkında olsam da, benim o andaki gerçeğim, o kahveyi içiyor olmamdı. Çok tepki aldı. Gezi döneminde, LGBT yürüyüşüne gittim diye… Fakat bunlar beni kişisel olarak etkilemiyor, kırılmıyorum, selülitlerin görünüyor diyenler var, bu halinizle fotoğraf mı çektiniz diyenler. Selülitlerinin görünme endişesi olan biri o fotoğrafı paylaşır mı? Anlaşamadığım, iletişim kuramadığım insan türü. Makyajına, tırnağına, selülitine bakan kesim. Ama beni üzen şu: Ya ne acayip insanlar var, ne acayip insanlarla birlikte yaşıyoruz ve çocuklarımı bu insanların bir parçası olduğu toplumda yetiştiriyorum. LGBT yürüyüşüne gittiğimde biri “çocuklarını da götürseydin de nasıl yapıldığını görselerdi!” diye yazmıştı. Herkes böyle değil elbette ama en çok ses çıkaranlar genelde çok yolunuz kesişmediği ve size çok dokunamayacak insanlar. Öfkelerini ortaya koyuyorlar. Çok tadınızı kaçırabiliyor gerçekten. O yüzden kimi siyasi durumlarda insanların “biz buraya annelikle ilgili paylaşımlarınız için geldik” demelerini saçma buluyorum. Çünkü ben buna da annelik penceresinden bakıyorum. Bu ülkede olan biten her şey benim çocuklarımı direkt etkiliyor. Annelik sadece gündelik hayatı kotarmak değil ki. Anneyiz diye başka şeyleri unutmuyoruz, başka şeyleri yaparken de anneliği devam ettiriyoruz.
Keşke içeriğe dair tartışmalar çıksa.
Onlar oluyor, olmaz mı! Onlar zaten beni büyüten, geliştiren, farklı bir bakış açısının olduğunu gösteren şeyler. Blog yazmaya başladıktan bu yana birçok konudaki fikrim o kadar değişti ki. Mesela Kuraldışı’nı doğal doğumla ilgili sezaryenle ilgili kitaplarından biliyorum, doğal doğum çok ilgi duyduğum bir konu, ilk blog yazmaya başladıktan sonra pozitif doğum hikâyeleri paylaşmaya başlamıştım. Herkes doğal doğum yapmalı diye… Fakat o yazıların altına gelen yorumlar sayesinde bakış açım değişti. Herkes doğal doğum yapamayabilir, yapmak istemeyebilir, elbette herkes bilsin, bilmek istedikten sonra zaten isteyecek. Fakat o yorumlar beni çok geliştirdi, farklılıklar büyütüyor yaşamı. Doğal doğum ekolü biraz o tuzağa düştü bence. Bütün şartları zorlayarak bunu yapman gerektiği söylendi zaman zaman. Hastaneni seç, doktorunu seç vs. Çoğu insan devlet hastanesinde doğuruyor, doktorunu nasıl seçsin ki? Olsa ne güzel olur! Ama olamayabiliyor.
Annelik bize bir sürü şey öğretti, çiçeği burnunda ebeveynlere altın tavsiyeleriniz var mı?
Bence kendilerine yatırım yapsınlar. Duygusal anlamda… Hamile kaldım hangi kitapları okuyayım diye soran okurlarım var. Hiçbiri okumasanız da olur. Çocuğum Yemek Yemiyor kitabını okuyun ama. Çünkü bu kitap genel olarak beslenmeyi anlatsa da hayat felsefesi ortaya koyan bir kitap. O çocuk ağzına gireni kendi kontrol ediyor. İlla bir kitabı okuyacaksanız onu okuyun. Bir zamanlar olmazsa olmaz kitaplar diye bir yazı yazmışım. Sonra baktım, başlığına sinir oldum, ne demek olmazsa olmaz kitaplar, bunları okumazsan anne olamazsın, öyle mi? Bu kitaplar bana çok yol gösterdi, ama olmazsa olmaz diye bir şey yok. O an ihtiyaç duyduğun bir şeyi karşılıyor, bir cümlesi aklında yer ediyor, bütün kitaplardan süzülen bir bakış açısı ediniyorsun… Belki o kitabı hayatının başka bir döneminde okusan o kadar etkilemeyecek. Uzun sözün kısası duygusal alanda yatırım yapmak lazım. Geçmişten gelen eksiklikler mutlaka vardır, bunların farkında olmak, acılarla yüzleşmek, korkularını tanımak, kusursuz olmadığının farkına varmak, hata yapabileceğini bilmek. Bir buçuk yıllık bir terapi sonucunda terapistimin şu cümlesini aktarmak istiyorum: Telafisi var! Kırdın mı çocuğunu, azarladın mı, hatta vurdun mu? Telafi edebilirsin ve çok güçlü bir şey telafi etmek. Bu beni o kadar iyi hissettirdi ki, tabii ki nasılsa telafisi var diye dağıtmamak lazım.
Kimi zaman psikiyatrlar, danışmanlar annelerin kalbini çok dağlıyorlar.
Evet, ne yazık ki. Bazen sesim çok yüksek çıkıyor, bazen hiç söylemek istemediğim bir şeyi söyleyip, ben bunu nasıl söyledim diyorum, bu ben olamam, annemde babamda gördüğüm onaylamadığım davranışları tekrarlıyorum. Ama ne yapıyorum, dönüp bunu çocuklarıma söylüyorum. Bunu benim sana söylemeye hakkım yoktu diyorum. Özür diliyorum.
İşe yarıyor mu?
Kesinlikle yarıyor!
Ne kadar hatalı olursa olsun anne babanın geri adım atmamasını, yalpalamasını, kararından dönmemesini, özür dilememesi, güçsüzlüğünü çocuğa göstermemesi gerektiğini düşünenler bu kısmı iyi okusun öyleyse.
Ne kadar hastalıklı bir düşünce!
Dijital Topuklar’dan söz eder misiniz biraz?
Dijitalde varlık gösteren kadınların bir araya geldiği bir zirve. Bu sektörde yapılan çok yanlış işler var, bunları tek tek üzerine gitmektense, Uykusuz Anneler Kulübü kurucusu Perihan Güler’le böyle bir işe soyunduk. 2014’te çok uzun zamandır takip ettiğim Amerikadaki Blogher platformunun konferansına katılmıştım. Çok etkilendim. İlkeli blog yazmak kısmını onlardan görüp takip ediyordum. Bir çok şeyi ordan feyzalıyordum. Türkiye kötü anlamda küçük Amerika olsa da oradan öğreneceğimiz çok şey de var. Bu da onlardan bir tanesi. Türkiye’de böyle konferanslar olsa da gitsem diyordum. Peri hadi gel yapalım deyince, geçen sene hakikaten de yaptık. 250 katılımcı olur mu diyorduk, çoğu kadın 600 katılımcının geldiğini ve çok ilham alarak döndüklerini gördük. Amacımıza ulaştığımızı gördük. Her sene tekrarlayacağız. Amacımız sektöre yön vermek, kaliteli ve özgün içerik üreten kadınları ön plana çıkarmak, başka kadınların bundan ilham almasını sağlamak. Geçen sene Batman’dan, Adana’dan, Burdur’dan gelen vardı. Çocuğunu annesine bırakıp yıllık iznini kullanarak gelenler vardı.
Konuşmacılar kendi deneyimlerini mi paylaşıyorlar, yoksa bir tartışma konusu etrafında mı dönüyor?
Bir tartışma konusu ve o konuda yazıp çizen etkili isimleri davet edip konuşuyoruz. Her yıl 1 Kasım’da. Kadınların dijitalde çok önemli varlıkları var ve bunu nasıl kullanacağımız önemli. Son zamanlarda blogger annelere çok ciddi bir saldırı var. Zannedersin ki dijitaldeki bütün kötülüğü onlar yapıyorlar. Bunu söylediğim zaman kimileri “işin ucu sana dokunduğu için” diyorlar. Hayır efendim, benim de onaylamadığım çok şey var, kabul. Ben hoşuma gitmeyen şeyleri takip etmiyorum. Benim bir başkasına mesafem bu. Bütün kötülüklerin anası da blogger anneler mi? Kötüleri hedef göstermektense daha iyisini yapanları konuşalım, iyiyi ortaya koyalım. Dijital Topuklar’ın amacı da bu.