Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için sordu

 

Kosova’da başlayan, göçebe ruhuyla yol bulan bir hikâyesi var Suzan Kardeş’in. Bu yolda yerinde duramayan bir kadın var, dünyanın en içten kahkahalarını atan. Bir makyaj sanatçısı var; sinema ve reklam filmlerinin vazgeçilmezi, birçok sanatçının en güvendiği. Bir de Sezen Aksu’nun deyişiyle sesi toprağın altından gelen müthiş bir ses var, Balkan şarkılarına can katan.

Suzan Kardeş, Bekri (çok içen) lakaplı babasından esinlenerek çıkardığı altıncı Bekriya albümüyle birlikte “renk saçmaya” devam ediyor.

 

 

Çocukluğunuzdaki Kosova nasıl bir yer?

Çocukken her şey büyük ya, sonra ileride görüyorsunuz ki o kadar büyük değilmiş aslında. Denizler de çok derin olur o yaşta. Bir kasaba benim doğduğum yer. Başkent Priştine’ye çok yakın. Babam da Kosova bölgesinin oteller müdürü. Aynı zamanda Priştine Radyosu’nda müzisyen. Keyfimiz yerinde. Türkiye’de o sırada çamaşır makinesi yok, televizyon yayını yok.  Biz Apollo 9’u canlı seyrediyoruz. Her şey süper lüks. Patenimizi de kayıyoruz, hulahop da çeviriyoruz. Ben buraya geldiğimde kısa şortla sokağa çıkıp paten kaymaya kalkıştım da teyzem anında içeri çekti beni böyle çıkamazsın diye. Orası o zaman daha Avrupa’ydı. Şimdiyse burası daha ileride.

Nasıl geldiniz İstanbul’a?

Babam ev aldı buradan. Eşyalarımız trenle geldi, biz otobüsle. Annem, babam ve biz beş kardeş. Köpeğimizi bıraktık orada… ve akrabalarımızı. Sekiz yaşındaydım. Acıklıydı.  Babaannemden sonra ailenin en büyüğü babamdı. Herkes, bu yaşta göç yapılır mı, dedi. “Tito ölünce burada kardeş kardeşi vuracak, ben çocuklarımı selamete çıkaracağım” dedi babam.

İleriyi görmüş babanız.

Hakikaten çok öngörülü bir adamdı. Uzun yıllar sonra savaş çıkınca ailemize hadi gelin buraya dedik, bizim evde 18 kişi yaşadı iki yıl boyunca. Bazıları da son ana kadar evlerini bırakmadı. Neyse ki aileden kimse ölmedi. Dayımla karısı gelmedi mesela. Onların evine baskın yapanlardan biri bizim çocukluk arkadaşı çıkmış; onlara zarar vermeden gitmişler.

Savaş öncesi halklar arasında ilişkiler nasıldı?

Çok karışık bir yer orası, anlatmakla bitmez. Orada herkes bilir bu Boşnak, bu Türk, bu Sırp, bu Hırvat diye. Ona göre ilişkiler kuruyorlar birbirleriyle. Hep öyleydi ama çok çocukken anlamıyorsun bunu. Biz sokakta Makedon, Arnavut, Boşnak oynuyoruz çoluk çocuk. Belli yaşa gelince, hadi bakalım içeri derler, birbirimize âşık olmayalım diye. Koparıp seni alırlar o grubun içinden. Gelenekler böyle. Dedim ya, hep böyleydi. Şunu hatırlıyorum; savaş bitince gittim oraya; on dakikalık yürüyüş mesafesinde üç dil konuştum. Arnavut geliyor karşıdan, dürtüyorlar beni, “Türkçe konuşma” diyorlar, Arnavutça konuşuyorum. Sırp geçiyor, Sırpça konuşuyorum. Orada insanın dengesi bozuluyor.

Aslen nerelisiniz?

Biz Türk sülalesiyiz aslında. Anneannemin annesi Boşnak ama biz ne Makedon’uz ne Arnavut. Biz buradan Osmanlı’nın götürdükleriyiz. Almancının dönmesi gibi. Ama tabii biz 500 sene önce gitmişiz. Ben Balkan ruhunu çok taşıdım üstümde. Her iki dili de bildiğim için Boşnaklar da kendilerinden bilmiştir beni, Arnavutlar da. Ben hep Balkan’dım. Bu ruhla yaşayan biriyim. Tipimden, halimden tavrımdan belli. Ben belli ki oralıyım.

Balkan ruhu nasıl bir şey?

Bazı şeyleri dile dökemezsin ya. Aşkını anlatamazsın, sıcağı soğuğu tarif edemezsin, bedeninin hissettiği bir şeydir. Balkan ruhu da öyle işte. Ayakların hep bir karış havada. Hiçbir zaman yere yapışamıyorsun. Göçmenlik denilen şey bu.

Kök salamıyor musunuz?

Aynen öyle. Bu göç ruhu insana o kadar işliyor ki, kendini hiçbir yere ait hissetmiyorsun. Bütün hayatına yansıyor. Evinde koltukta otururken bile hep gitme duygusu içindesin.

İlişkilerinize de yansıyor mu?

İlişkilere de yansıyor, evime, işime, çocuğuma yansıyor. Hiçbir yerde sabit duramıyorum. Setlerdeyken hep giden biriyim ben. Bunu da bilirler. Niye gittiğimi ben de bilmiyorum ama hep gitmek istiyorum. Sabah uyandığımda da o gün işim var diye kalkıyorum. İşim yoksa da var zannediyorum, gitme duygusuna kapılıyorum. Bir şey beni hep başka bir yere itiyor. Doğru mu, yanlış mı artık hesabını yapamıyorum.

Bunun sonucunda kaybettikleriniz oldu mu?

Ömür boyu vicdan azaplarıyla yaşayacaksın, telafisi yok. Bu şey gibi, nasıl genç olabilirim bir daha? Olamazsın. Ben çok isterdim genç olmayı ama olmamam ki. Hayatımda çok pişmanlıklar oldu, olmaz mı? Kalp kırdığımı, insanları üzdüğümü düşünmüyorum. Bir de… Hep şanslı saydım kendimi. Herkes sanatçı, herkes birbirinin taşkınlığını, deliliğini kabul ediyor. O yüzden beni hep anladılar, ben de onları. Suzan delidir, ne yapsa yeridir durumu oldu.

Hayatınızın dönüm noktalarından bahseder misiniz?

Lisa Tuna’yla tanışmam ilk kırılma noktası. Kendini öne çıkarmayan bir kadındır ama camiada çok ilginç keşifleri vardır. Ben de onun bir keşfiyim. Sen güzellik salonuna geliyorsun ve orada çalışan birisine “Sen buraya ait değilsin” diyorsun. Lisa benim Hürriyet gazetesi fotoromanlarında çalışmamı sağlıyor ve her şey öyle başlıyor.

İkincisi…

Sonraki de Sezen Aksu’dur. Biz uzun yıllar beraber çalıştık. Benim patronum o, çok iyi bir patron. Çok profesyonel her anlamda. Beni benden fazla tanıyan biri. Beni hep gözlemiş, farkında değilim. Birdenbire diyor ki; “Hadi bakalım, ben senin hikâyeni biliyorum, şimdi herkes öğrensin.” Ne biliyorsun? Ben bilmiyorum.

Sezen Aksu hayatınızı nasıl etkiledi?

Bana öyle bir özgürlük sağladı ki daha fazla şeyler yapabileceğimi hissettim. Birisi sizi itiyor, bir bakıyorsunuz “A, bunu da yaparmışım, bunu da yaparmışım.” Büyük bir kırılma noktası bu. Üstelik de bir yaşa gelince, durma zamanın geliyor. Yaşlı değilim ama yaşım var, genç değilim. Bu yaştan sonra ne yapacaksın? Eğitmen olacaksın mesleğinde. Hayat rutinleşecekken, tam “Hayatım bu!” diyecekken biri sana sihirli değneğiyle dokunuyor ve sen renkleniyorsun, renk saçmaya başlıyorsun. Eskiden hep siyah giyerdim. Meğer içimde bir sürü renk varmış, onları çıkarmaya başladım. Bu çok büyük bir hediye. Sadece keyiflendiğim, kendimi iyi hissettiğim şeyleri yapıyorum. Bu anlamda Sezen Aksu mutlu olmama sebep oldu.

Peki, neden bu zamanı seçti sizce?

Meğer yıllarca benim dolmamı beklemiş. Daha rahmetli Onno Tunç sağken, ilişkilerinin en taze olduğu zaman, seneyi sen hesap et, o zaman “Ya Onno, Suzan’ı bir dinlesene, o kadar güzel şarkı söylüyor ki” dedi bir gün. İstese, beni zorlasa, o sırada şarkıcı olacaksın ama o anlıyor ki sen daha hazır değilsin, istemiyorsun. Sonra bir gün diyor ki; “Hadi bakalım! Gir stüdyoya ve benim için oku.” Sesin toprağın altından geliyor gibi, diyordu bana ve ben ne dediğini anlamıyordum biliyor musun.

Hayatın renklenmesi dışında değişen bir şey oldu mu?

Hayatım değişti; zenginlikler içinde yaşıyorum; süper paralar kazanıyorum gibi bir durum yok. Ben içimde çok şey biriktirmişim. Bu camia bana o kadar güzel şey öğretti ki. Mankeninden, oyuncusuna, bakanından, gazetecisine… Beslenmememe imkân yokmuş. Çok tokum. (Eliyle burnunu göstererek) Burama kadar doluyum.

Peki hem babanız hem de amcalar müzisyen. Nasıl oldu da makyaja kaydınız?

Gençken hayır demeyi bilmezsin, sadece evet vardır hayatında. Yaşadığın durumun içinde ben bu kadarım zannediyorsun. Göç eden ailelerde dikkat et el sanatlarına yönelirler. Çok fazla istediklerini yapamazlar. Yoksa benim hayalim arkeolog olmaktı. Çok güzel resim yapardım, ressam olmayı hayal ederdim. E resim yaptım bir nevi, insanları boyadım. Hiç silemezdim ben yaptığım makyajı, biliyor musun? Ya kendileri temizlerdi ya da asistanım. Çok tuhaf bir ruh hali. İstemezdim hiç.

Nasıl bir şey insanlara şarkı söylemek?

Ay her gece bir sinema filmi. Çok eğlenceli. Koca İstanbul’da seni seçip dinlemeye gelmişler; senin için zamanlarını, paralarını, günlerini harcamışlar. Daha kıymetli ne olabilir ki? Bu fikirle çıkmak zaten insanın kendisinin de eğlenmesine yetiyor. Bir de ben restorancı olduğum için rahat duramıyorum. Şarkı söylerken arada garsona gidip, (Kendisinin taklidini yaparak) “Bak kadehi boşalmış” filan diyorum. Sonra grubum Bekriya Band çok iyi müzisyenlerden oluşuyor. Hep beraber çok eğleniyoruz.

Sizi nerelerde dinleyebiliriz?

Dört yıldır her çarşamba Zarifi’deyim. Suadiye Gazinosu açıldı yeniden. Adı gazino ama o kadar sıcak bir yer ki. Hafta sonu bir gece orada sahne alıyoruz. Benim olduğum geceler gazinoluktan çıkıyor zaten. Ayda bir de Beyoğlu Hayal Kahvesi yapıyoruz gençlerle; çok farklı oluyor, herkes ayakta dinliyor. Arada Bodrum Mandalin’deyiz. Şimdi küçük bir turne yapacağız İzmir, Ankara, Eskişehir.

Sanki yılların sanatçısı gibi rahatsınız sahnede. Bunu nasıl başardınız?

Biraz önce dedim ya, ben çok ustalarla çalıştım. Onların sahneye nasıl hazırlandıklarını, psikolojilerini, geleni ne kadar önemsediklerini biliyorum. Kalassan eğer öğrenmezsin. Biraz görüyorsan, öğrenirsin. Tabii belki çok genç yaşta yapsaydım bu işi, hata yapardım. Yapılacak o kadar çok güzel şey var ki. Şimdi TRT Müzik kanalına Balkanlar’dan esinti diye eğlence programı yapacağız. Ayrıca Balkanlar’a gezi programı hazırlıyoruz. Çok güzel olacak. Bir tane de belgesel yapmak istiyorum. Bu yıl böyle bir heyecan yaptım kendime. Bak yine yerden bir karış yukarıda, böyle dönüp duruyorum ben. (Kahkaha atıyor.)

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/suzan-kardes-meger-icimde-bir-suru-renk-varmis/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/suzan-kardes-meger-icimde-bir-suru-renk-varmis/" data-text="Suzan Kardeş; “Meğer İçimde Bir Sürü Renk Varmış.”" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/suzan-kardes-meger-icimde-bir-suru-renk-varmis/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>Kendi planlarına göre astronot, babasına göre bilgisayar mühendisi olacaktı.<br /> İkisinin de yakınından bile geçmedi. <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg"><img loading="lazy" decoding="async" class="alignright size-full wp-image-3426" title="berinfacebook" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/berinfacebook.jpg" alt="" width="180" height="240" /></a></p> <p>Önce azıcık İspanyol Dili ve Edebiyatı okudu, sonra soluğu Mimar Sinan’da aldı, seramik okudu. O aralar yazmaktan ve okumaktan anladığı çıktı ortaya. Üniversiteyle birlikte çeşitli dergilere çeviri, derleme, editörlük derken önce Discovery Channel, ardından <em>National Geographic</em> dergisinde çalıştı. Sonra soluğu <em>Marie Claire</em>’de aldı. Orada da yazdı, çizdi, bol bol röportaj yaptı, sanat yönetmenliği ve moda editörlüğüne girişti.</p> <p>Bugünlerde serbest gazetecilik yapıyor, bir internet portalını idare ediyor ve ucundan kıyısından sanat yönetmenliğine devam ediyor.</p> <p>&nbsp;</p> <p>berin.yavuzlar@gmail.com</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This