Güneşin güzel yüzünü bizden esirgediği kasvetli günlerden birinde indik Venedik Marco Polo Havaalanı’na. Havanın ağırlığı çantalarımızı daha da ağırlaştırmıştı sanki. Güneşin, kapkara bulutların arasından kendine bir yol bulup içimizi sevinçle doldurmasını o an ne çok istedim. Yağmurlu günlerin ağırbaşlılığını ve hüznünü sevsem de, Veneto gezimizde, masmavi bir gökyüzünün ve pırıl pırıl parlayan güneşin enerji veren coşkusunun bize eşlik etmesini tercih ederdim doğrusu.
Veneto, İtalya’nın kuzey doğusunda, 1948 anayasası ile kısmi özerklik elde etmiş bir bölge. Başkenti Venedik olan bu bölgede, aynı zamanda Verona, Vicenza, Padova gibi tarihi öneme sahip kentler bulunuyor.
Otelimiz, Piave Nehri’nin kıyısında, sakin, sessiz, gösterişsiz, kendi halinde bir Veneto şehri olan San Donna Di Piave’deydi. Burada geçirdiğimiz birkaç gün boyunca, dikkatimizi en çok çeken şey, şehir halkının basit ve sade yaşamı oldu.
Sosyal hayat, ana cadde üzerindeki kitapçı, birkaç şarküteri, iki üç otel, küçük sevimli pizzacılar ve ilginç bir çocuk bahçesinden ibaretmiş gibi görünüyordu. Bir de her ayın ilk Pazar günü yapılan “panayır”dan.
Panayır dediysem, öyle şenlikli bir şey zannetmeyin; ucuzcu pazar tezgâhlarının açıldığı ve yerlere tebeşirle resimler çizen sanatçı ruhlu gençlerin oluşturduğu bir panayır bu. Ama olsun, saat başı geçen tren ve otobüsle dünyanın geri kalanına bağlanan bu şehirde, sahip olduklarıyla yetinen, mutlu, huzurlu insanlar tanıdık bu kısa birkaç günde, hiçbiri bir gün Venedik’e göçmeyi hayal ediyormuş gibi gelmedi bize.
San Donna Di Piave’den trene binip Venedik’e gelmemiz öğleden sonrayı buldu. İlk seferinde Venedik’e trenle geldiyseniz, garın kapısından şehre doğru yürürken karşınıza çıkan ilk manzarayı hiçbir zaman unutmazsınız. Daha önce hiçbir yerde görmediğiniz ve muhtemelen görmeyeceğiniz bu manzaraya alışabilmeniz birkaç saatinizi alır.
Eski Türk filmlerinde, Anadolu’dan İstanbul’a ilk kez gelen başrol oyuncusunun, Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden Boğaziçi’ne bakarken yaşadığı, şaşkınlıkla karışık hayranlığın bir benzeriydi bizim de yaşadığımız.
Bizi heyecanlandıran şey, suyun üzerinde, kazıklar kullanılarak inşa edilmiş şehrin, yüzlerce yıldır değişmeyen silueti miydi, yoksa güneş girmeyen daracık sokaklarda yürürken yaşadığımız kaybolmuşluk hissinin, her seferinde, sokağın diğer ucunda büyük kanalın tüm görkemi ile belirmesiyle bir anda yok olması mıydı bilmiyorum. Ya da belki, küresel ekonominin dayattığı, etrafımızı kuşatan ve bizi tek tip yapmaya çalışan yaşam modelinden farklı yaşam alışkanlıklarının hâlâ var olduğunu görmek bizi mutlu etmişti.
Düşünsenize, Venedik’te oturuyorsanız, son model arabanızla hava atamazsınız şehrin en işlek caddesinde ya da ne bileyim en popüler gece kulüplerini gezerken müziğin sesini sonuna kadar açamazsınız. Evinizin altında garajınız yoktur ya da barbekü partileri verdiğiniz bir bahçeniz. Şanslıysanız, kapınızın önünden teknenize binebilirsiniz belki, o da yoksa, yürümek zorundasınızdır her yere. Belki de bu yüzden Venedik’te şişman insan görmek zordu.
Gerçi, Venedik’te Venedikli görmek de pek kolay değildi. Karmaşık bir düzende birbiri içine geçmiş daracık sokaklarda, oluk oluk akan bir turist seliyle birlikte yürümek zorundaydık.
SAYFA-BOLUMU
Venedik, turizm illetinin tadını bir kez aldıktan sonra, artık damarlarında dolaşan turistler olmadan yaşayamayan bağımlı bir şehre dönüşmüş sanki. Bu bağımlılık belli ki ruhunun eşsizliğinden ödün vermesini de gerektirmiş.
Biraz gizemli, biraz hüzünlü ve kesinlikle romantik binaların silueti, girişteki dükkânları dolduran renk renk, cicili bicili hediyelik eşyalarla biraz değişmişti; romantizm karın doyurmuyor, dercesine. Biraz içerilere doğru yürürseniz, anahtarıyla kapısını açan ya da henüz evinden çıkmış işine doğru giden Venedik sakinleriyle karşılaşma ihtimaliniz artıyordu.
Kalabalıkların içinde de, biraz dikkat ederseniz seçebiliyordunuz kentin yerleşik insanlarını. Heyecan ve merakla çevrelerini seyretme telaşı içinde olmayan; aksine, “Benim çocukluğum da burada geçti, siz yokken buralar daha güzeldi” ruh haliyle size biraz da tepeden bakan Venediklileri. İnsan yine de, böylesine yoğun bir turist istilası altında kalan bir şehrin bağımsızlığını yitirmiş olduğunu ve ipleri turistlerin eline verdiğini düşünmeden edemiyor.
Venedik herkesin bildiği gibi tam bir kanallar şehri. Şehrin içinde, irili ufaklı dört yüz civarında köprü olduğu söyleniyor. Beni en çok şaşırtan ise, her köprünün, hem diğerlerine bu kadar benzerken hem de nasıl böylesine özgün göründüğüydü.
Aynı köprünün üzerinden defalarca geçseniz de, her seferinde başka bir köprüden geçtiğinizi zannediyorsunuz. Belki biraz da bu yüzden Venedik’te saatlerce yürüseniz bile hiç mi hiç sıkılmıyorsunuz. Bunda biraz da ilk andan itibaren hücrelerinizde hissettiğiniz suyun gücünün payı var tabi. Sudan yükselen enerji kavrayıveriyor sizi, hiç yorulmuyorsunuz.
Ah bir de her boşluğu dolduran gondolların arasından suyu görebilseniz. Hani o Venedik resimlerinde görmeye alışık olduğumuz dar, loş ve gizemli kanaldan bize doğru yol alan gondolun ve yakışıklı gondolcunun romantik görüntüsü vardır ya, hep bu görüntüyü aradı gözlerimiz.
Oysa artık o dar ve loş kanalda, birbiri arkasına sıralanmış onlarca gondol ve sürekli birbirleri ile ağız dalaşında olan onlarca gondolcu var, görüntünün hiç de romantik olmadığını söylememe gerek yok sanırım. Yer, gök gondol dolu, turistler sürüler halinde gondol gezintisine çıkıyorlar, en çok diğer gondollardaki turistleri yakından görüyorlar sanırım bu gezintide.
Venedik’te bizi etkileyen en önemli şeylerden biri de her köşeyi döndüğünüzde, bir sergi, bir konser ya da bir opera tanıtımı ile karşılaşmak oldu. Sanat bu şehrin iliklerine işlemiş gibi. En profesyonel gösterilerden, amatör toplulukların heyecan dolu paylaşımlarına kadar, her zevke ve her keseye uygun bir sanat icrası izlemek mümkün.
Biz hakkımızı, Scuola Grande di San Teodoro’da sergilenen La Traviata operasından yana kullandık. Rahatsız ve eğreti sandalyelerimize yerleşip heyecan içinde gösterinin başlamasını beklerken, bunun bildiğimiz La Traviata’dan biraz farklı bir deneyim olacağını anlamaya başlamıştık. Violetta’nın hüzünlü çığlığı ve Alfredo’nun çaresiz öfkesi duvarlarda yankılandı yankılanmasına ama biz La Traviata’nın kısaltılmış turist versiyonu ile karşı karşıyaydık. Büyü bozulmuştu.
Yine de bu kentte, hem de ünlü San Marco Meydanı’nın tam göbeğinde, turist istilasından nasibini almamış bir yer var. Museum Correr; Venedik’in Arkeoloji ve Etnografya Müzesi. Gerçi girdiğimizde müze bomboştu. Pahalı olduğu için olamaz diye düşündük, öyle ya, aynı meydanda bir espressonun sekiz dokuz avroya satıldığı düşünülürse müzenin on üç avroluk giriş ücretine pahalı demek ayıp olurdu herhalde.
Sanırım şehir zaten canlı bir müze görünümünde olduğu için orada geçirdikleri kısıtlı zamanda bir de müze gezmek istemiyor insanlar. Her neyse, kafaların, gövdelerin arasından bakmaya çalışmadan rahat rahat gezdik müzeyi.
Ticaretin bir ülkeyi nasıl zengin ve yenilmez yapabildiğini gösteren sayısız örnek var burada. Ha bir de, Venediklilerin, bu zenginliğe göz koyan ve rahatlarını kaçıran Osmanlılardan nefret ettiğini ama ölesiye korktuğunu bize hissettiren deniz savaşı resimleri, yazılar, işlemeler, halılar gördük müzede.SAYFA-BOLUMU
Venedik’i anlatıp da maskelerinden bahsetmemek olmaz herhalde. Önce, maskelerin tarihçesine doğru bir yolculuğa çıkmakta fayda var.
Bu konuda çeşitli rivayetler var. Sanırım Venedikliler de işin aslını pek bilmiyorlar. Maske kullanımının 13. yüzyıla dayandığı söyleniyor. Veba salgınının olduğu 14. yüzyılda, insanların vebalı olduklarını saklamak için maske, pelerin ve eldiven kullandıkları biliniyor.
Daha sonra, 17. yüzyıla kadar, ahlaki çöküntü içindeki sosyal yaşamda, türlü sapkınlıklar içindeki soyluların kimliklerini gizleme yöntemi olmuş maskeler. Bu dönemin maskeleri daha bir şatafatlı, gösterişli, zengin…
Sayısız kez, sayısız şekilde kullanımları yasaklanan ama yok edilemeyen maskeler, günümüzde sadece karnaval dönemlerinde kullanılıyor, ha tabii bir de eve bir maske ile dönme arzusuyla yanıp tutuşan turistlerin avrolarına el koymak için. İnanır mısınız, bu turizm illeti, maskelerin de suyunu çıkarmış. Her köşe başında bir maskeci var, bütün duvarlar, tezgâhlar, vitrinler, çeşit çeşit maskeyle dolu, üç avrodan üç bin üç yüz otuz üç avroya kadar fiyatlara rastlamak mümkün. Bir süre sonra, bu görüntü kirliliği öyle yoruyor ki sizi, bir daha uzun süre maske görmek istemiyorsunuz.
Daha çok şey var anlatacak… Kanallar arasında toplu taşıma aracı olan “Vapuretto”lar, San Marco’nun güvercinleri, şehrin pahalılığı, San Marco bazilikasında sergilenen, İstanbul’dan savaş ganimeti olarak getirilmiş Mahşerin Dört Atlısı, turistik fotoğraflara konu mankenliği yapan Rialto Köprüsü ve daha pek çok turistik ayrıntı…
Neden bilmem, ben Venedik’e burada bir nokta koymak istiyorum. Belki de başlangıçta beni saran büyü, zaman içinde dağılıp hafiflediği için. Belki de simgesi olan maskelerle özdeşleşip, görüntüdeki bin bir yüzünün ardındaki gerçek yüzünü, ruhunu bize bir türlü göstermediği için.
Yine de Venedik’te olmak güzeldi. Ama itiraf edeyim, Verona’da olmak daha güzeldi. Ne yazık ki, Veneto’nun önemli yerleşimlerinden olan Verona’ya hak ettiği kadar zaman ayırmamıştık sıkışık gezi programımız içinde. Bir günden kısa bir süre içinde önce Vicenza’dan sonra da Verona’dan rüzgâr gibi geçebildik sadece. Vicenza’nın ağırbaşlılığı, Verona’da hissettiğim yoğun ve vakur hava, bana şehirlerin de ruhu olduğunu bir kez daha hatırlattı. Sahip oldukları soylu ve görmüş geçirmiş olgunluk hayranlık uyandırıyordu. Buralara bir kez daha gelmeye ama daha uzun zaman ayırmaya karar vererek ayrıldık yanlarından. Anlatmaya değer deneyimler biriktirmek üzere…