Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için konuştu
Başlığı, Betûl Mardin’in Bilgi Üniversitesi’nde halkla ilişkiler mesleğine ilgi duyanlara verdiği hayat bilgisi derslerinden aşırdım. Ondan aldıklarınızı daha iyi hiçbir şey anlatamazdı çünkü. Çünkü onunlayken vakit hiç geçmesin istiyorsunuz. Çünkü o sizi şaşkına çeviriyor, kendine hayran bırakıyor, arkanızdan tüm zarafetiyle el sallarken “Acaba bir daha ne zaman görürüm” dedirtiyor. Çünkü çünkü’ler bitmek bilmiyor.
Artık hayatta olmayan akrabalarının tablolarıyla bezeli, anılarla dolu bir evde yaşıyor Betûl Mardin. Onları anlatırken küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor adeta. Size gümüş tabaklarda kurabiyeler ikram ederken ya da yemediğiniz kuru incirleri yanınızda götürmenizi isterken ne kadar şefkatliyse, bir haksızlıktan söz ederken o kadar çatıyor kaşlarını. Örneğin 13 Aralık’ta Bilgi Üniversitesi’nde maden işçilerini, tersane ve kot fabrikalarında çalışanları, yani pisi pisine ölen insanları korumak adına vereceği semineri anlatırken müthiş bir ciddiyete bürünüyor. Konu mesleği ve yaratıcılık olduğundaysa bambaşka bir ifade alıyor yüzü. “Cin cin bakıyorsunuz” diyorum, hoşuna gidiyor; “Cin cin bakıyorum değil mi? Bir şeyler yapacağım yine” diyor. O an anlıyorsunuz; Betûl Mardin’in yapacakları bitmez!
Hiç tanımayan birine Betûl Mardin’i nasıl anlatırdınız?
(Gülerek) Yandı…
İlk sıfat ne olurdu?
“Dayanan kadın” herhalde değil mi? Her şeye rağmen dayanan kadın… Yaşına rağmen, sakatlığına rağmen, ağrılarına rağmen dayanan kadın… Muhakkak ki dayanmışım. Çocukluğumda konuşamamışım, konuştuğum zaman kekelemişim, kekelemem geçmiş, ailede huzursuzluklar içinde büyümüşüz, savaş ve Mardin ailesinin her şeye rağmen süren o geleneği; “Sen ne yapacaksın, söyle bakalım!” Hep bu baskı,“Üniversiteye gidemezsin, okuyamazsın…” Hep dayanma, hep mücadele!
Çocuk Betûl’le yetişkin Betûl arasındaki en belirgin fark ne?
Daha az konuşurmuşum, daha çok dinlermişim. Gözlerimi açar, dinlermişim. Hep öyle söylerler, gözlerim iki katıymış. Meslek icabı şimdi daha çok konuşuyorum. Daha dışa dönük oldum altmış senedir.
Bugün yetişkin Betûl’un en çok neye ihtiyacı var?
Sağlığa… Yaşlılıkta şu çok fena; her sabah kalkıyorsun başka bir yerin bozuk. Her sabah bir şey yanlış. Bir gün sırtın ağrıyor, bir gün bacağın, bir gün belinde bir şey var. Her gün bir şey var yani. Gözlerin daha az görüyor. İnsan ismini çok zor hatırlıyorsun. İsmini biliyorsun, isme suratı koyamıyorsun. Yetmiş beşten en sonra durum değişiyor. Ben söylüyorum arkadaşlara; yetmiş beşe kadar problem yok, sonra bir şeyler başlıyor.
Yaşlılığın hoşlukları da var mı?
Var tabii; hırsın kalmıyor o kadar. “Onu geçeyim, onu ben yapayım” demiyorsunuz. Küçük acımalar var insanlarla ilgili. “Ay, zavallıcık çok uğraşıyor” falan. “Ayol, değmez yavrum” falan gibi şeyler geliyor insanın içinden.
Bu biraz da mesleğinizin en yüksek noktasına gelmenizden olabilir mi?
Şöyle bir şey var; ben Türkiye’de halkla ilişkiler mesleğinin dışa dönmesini istedim. Türkiye’nin dışarıda başarılı olmasını istedim. 95 senesinde Dünya Başkanı oldum. Dünya Başkanı olarak da dışarıdakilere birkaç şey bıraktım. Onlar çok mutlu oldu. Bir defa dedim ki, “Her başkan başkanlık senesine bir amaç versin.” Benimkinde hoşgörüydü. Hoşgörü üstüne dedim herkes konuşsun. Herkes karşısındakini hoşgörüyle karşılasın. Onlar sonra devam ettiler. Şimdi tekrar bana dönerlerse bir sorun için, hiç cevap vermiyorum. Onun da sebebi şu: 95’ten bu seneye kadar olanlarla ilgili ukalalık istemiyorum. “Ben sizin yerinizde olsam öyle yapmazdım, şöyle yapardım” vs. Ukalalık çok ağrıma gidiyor. Onun için “Ben bilmiyorum ki ne yapıyorsunuz son zamanlarda” deyip, çekiliyorum. Çok korkuyorum. “Peki falanın ne yaptığını biliyor musunuz?” “Duymadım, hay Allah.” Böyle şeyler başlıyor. İnsan herhalde olgunlaşıyor o konularda.
Hırsınız yok ama zaaflarınız var mı?
Kızmak, başkalarına öfkelenmek mesela. Dün çok bağırdım, sesim kısıldı bağırmaktan. Sebebini söyleyeceğim; bizim ülkemizde engellilere ve yaşlılara hiçbir önem verilmiyor. Ben tanındığım için beni gördükleri zaman insanlar kenara çekiliyor; yaşlıyım, bastonluyum diye. Ama dün Contemporary Art Fuarı’na gittim. Güvenlik, “Şuradan arkaya aşağıya iniyorsunuz” dedi. Başladım yürümeye. Tesadüfen yanımda üç dört yaşlı hanım var. Bir de bakalım ki önümüze kırk elli basamak çıktı. Evvela panik oldum nasıl ineceğim diye. Sonra baktım tutunacak yer var, tutunarak indim. Baktım ihtiyarlar da çok güç iniyor. Çocuklu kadınlar var, onlar da güç iniyor. Ayol inanmayacaksın ikinci bir set çıktı karşımıza. Gene bir kırk tane basamak. İmkânı yok! Dediler ki; “Hanımefendi, şuradan tekrar yukarı çıkın…” “Evet?” “Arabayla aşağıya inin.” Aa, niye fuar diye o zaman aşağıda bir ok var? Ne diyecek oraya; engelliler ve yaşlılar için ayrı kapı vardır diye not yazacak. Davetiyeye bile koyacak bunu.
Aşağıya inebildiniz mi sonra?
Şekerim, yüz yirmi basamak falan indik. Orada üç dört genç erkek duruyor. Benden kart istiyorlar. Benim kartım da protokol. “Göstermiyorum kartımı” dedim. Ama nasıl bir bağırma! “Bu nasıl bir hafızadır ki siz büyükannenizi hatırlamıyorsunuz? Büyükanneniz ayrıca” dedim “bastonlu!” (Gülerek) Sonra bir daha indik merdivenden. Aa, bir de bakayım ki; düz! Arkadan gelseymişiz, basamaklardan inmemize hiç gerek yokmuş, arabayla önüne gelebiliyormuşuz. Söylememişler bize! İnişte olası trafik oluyor tabii, kendilerini koruyacaklar. Yok böyle bir şey! Çok bağırdım. Aşağıya indim, orada bir masada hanımlar vardı, onlara da bağırdım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi içeri girdim, Bedri Baykam’ı öptüm. Ama dedim; “Her röportajımda sizi şikâyet edeceğim.” Sen birincisin.
Bunu siz yaşamadıysanız da aynı tepkiyi verirdiniz değil mi?
Tabii canım, olacak şey mi? Düşünmeye başladım; hiçbir yerde “engelliler ve yaşlılar” diye bir şey görmedim ben. Hiç! Bu ne demek?
Engelli ve yaşlıların gezmesi pek beklenmiyor Türkiye’de.
Yaşlılar otursun evde yani! İnadım inat yaşayacağım. İnadım inat işe devam!
Bu işin peşini bırakacak mısınız peki?
Sonuna kadar götüreceğim bu işi. Hiç merak etme. Bu ancak sen, ben konuşursak olur. Susarsak, akıllarına gelmiyor. Bundan sonra yapacağım her özel olayda bunu yapacağım. Çok genç insanlar yapıyor öyle işleri. Bir yaşlı alsalar komitelere, işler değişir. Hayır ben bu sene maden işçilerine, tersanecilere taktım kafayı. Bilseydim buna da takardım. Next! (Bir dahaki!)
M E D Y A D A K A D I N
Kırk yıl önceki medyayla bugünkü arasında bir fark görüyor musunuz?
57 – 58 senelerinde başladım basında çalışmaya. Bilmiyorum ne kadar farkı var. Her şey aynı aslında.
Medyada kadının duruşunda peki bir farklılık var mı?
(Gülerek) Eyvah! Eyvah, eyvah! Bu söylediğin başka bir şey. Gazeteciyken kadın olarak çok hırpalandım. Çok dedikodu çıkardı. Çok! Yani mesela bu eve gelirlerdi, çalışırdık, mutlaka ertesi gün dedikodu çıkardı. Çok dedikodu olan bir yer gazete. Her zaman. Herkes için bir şey söylenir. Kah kah, kih kih. Onlardan çok rahatsız olurdum. Sonra ecnebilerle çalıştığım zaman da “yerli” diye konuşurlardı Türkler için. Orada da çok üzüldüm. Onlarda da aynı dedikodu vardı. Galiba bu hiçbir yerde değişmiyor. BBC’de de vardı, ben orada da çalıştım. Basında dedikodu her zaman var; kadınla da ilgili erkekle de ilgili. Yahu bir defasında İngiltere’de çalışıyorum, halkla ilişkiler yapıyorum. Bir gazeteciyle yemek yedim. “Bir yere gidiyorsan, seni bırakayım” dedi. “Valla iyi olur, şu köşeye bırakıver” dedim ben de. Bindim arabaya, elini arkamdan pantolonumdan içeri sokmaya çalışıyor. İngiltere’desin. Dur dedim taksiye, açtım kapıyı. Bir daha adamı görmedim. Türkiye’de var diyorsun da ayol dışarıda da var aynı şey. Kadının çalışması bu konularda çok zor.
Kadın güzel oldu mu da başarılı olmasını başka şeylere bağlıyorlar genellikle.
Bu sefer çirkin dedikodular çıkarıyorlar ama hep dedikodu var. Radyoda da çalıştım, televizyonda da, gazetede de… En büyük problemdi. Bir kız arkadaşım vardı. Ankara’daydık. Otomobille beni otelden alır, beraber çalıştığımız yere giderdik. Dedikodu çıktı biz iki kadın ne yapıyoruz diye. Yahu ne yapabilirim? Uyduruyorlar işte. Bir şeyler süslüyorlar, dantelliyorlar.
Geçmişi de düşünecek olursanız Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
İlk başladığımda hiçbir şey yok, her şeyi beraber yapıyoruz. Ama o zaman Atatürk var, öyle yapma böyle yap diyor. Bir bakıyorsun onun dediği daha doğru, yapıyorsun. Fazla bir şey düşünmeye lüzum yok, birisi bizim için düşünüyor. Ondan sonra savaşı gördük, savaş kötüydü. Biz savaşa girmedik ama çok uğraştılar bizi sokmak için. Hakikaten yokluk gördüm. Ben senelerce çay içmedim. Çay yok, kahve yok. Fındığın kabuğunu ateşte yakıyorlar sonra öğütüyorlar, sonra kahve niyetine onu içiyorsunuz. Kahvenin tadı yok, kahvemsi bir şey. Şeker yok. Çocuklarım büyüyecek; haber alıyorsunuz Edirne’de bir yerde şeker var diye, arabalar gidiyor. Çok çektim. Türkiye’de çok yokluk çekildi. Her taraf kuyruk. Ömer o zaman dokuz on yaşında, kuyrukta durur, benzin getirirdi. Şimdi böyle bir problem yok, hatta bence fazla her şey. Hiçbir şeyden fazlaya geldik. Bundan sonra ne olacak? Benim bazı ümitlerim var. Türkiye’de insanlar eğitiliyor artık. Hep kafamda böyle bir Türkiye var; okumuş insanlar, yeni bir şeyler buluyorlar. Böyle bir rüyam var, olur olmaz bilmiyorum. Gençlerden ümidim var, onlara olan inancım çok büyük. Ne kadar iyi değil mi böyle düşünebilmem. Çok kaçan var halbuki. Kaçan kaçana…SAYFA-BOLUMU
Bu çok şey yaşamış olmanın getirdiği bir şey olmalı…
Belki yaşlılığın verdiği bir şey. Belki daha genç olsaydım daha ürkek olurdum. Bir devir var ki her kapı çalınışında alınmayı beklerdiniz. O devri geçtik biz. Bugün o kadar değil. Çok korkulurdu eskiden, çok kötüydük. Birdenbire saat dokuzda ihtilal oldu derlerdi. Eşiniz dostunuz giderdi. Hepsini yaşadık. Savaşı da yaşadım, sulhu de. Affedersin Almanya’daki duvarı da gördük hep beraber, onun yıkılışını da.
Dine dönüşe nasıl bakıyorsunuz?
Olabilir de olmayabilir de. O kadar büyüğü bizde olmayabilir. Bizimki biraz daha dengeli olabilir. Bana öyle geliyor. Tabii buyursunlar, istedikleri gibi dua etsinler. Bir şey oluyorsa ne iyi. Ama dine sarılıp da ikiyüzlülük yapıyorlarsa, varsa Cehennem, onlar yanacak. Benim en ağrıma giden şey mesela; birisi birine çarpıyor, bir de bakıyorsun cuma namazına gidiyor. Deli olacağım gibi geliyor. Gidip omzuna vurmak geliyor içimden; “Sen cumaya falan gitme abi, sen zaten gidiyorsun.” (Gülüyor) Çünkü cumaya gidiyorsa inanıyor ki yanacak. Yanacak zaten, onun yazılmış defteri. İkiyüzlülükten hoşlanmıyorum. Kurban kestiriyor, ondan sonra yapmadığı yok. Yukarısı senin kurbanını kabul eder mi? Hadi yallah!
A Ş K V E Ö L Ü M
Nasıl bir annesiniz?
Ben ayrıldığım zaman babam bana geldi ve dedi ki “Bak kızım, kızına ‘Nerede oturuyorsun?’ diye sorulduğu zaman hiç tereddütsüz ‘Annemin evinde’ demesi lazım. Çünkü kekelerse, cevap veremezse kafası karışmış demektir ve çocuklarda kafa karışıklığı iyi değildir dedi. Tabii bunun bir sonucu var; bu demektir ki kızının maddi manevi her şeyini sen üstleneceksin. Oğlunun da… (Gülerek) Dolayısıyla ben ailenin hem annesi hem babası hem büyükannesiyim, her şeyleriyim. Öyle kabul ettim. Elimden geldiğince de yardım ediyorum manen de maddeten de. Ama annelik o değil mi?
Sadece baba biraz daha kuralcıdır, mesafelidir…
Tanımıyorum!
Anneden farklıdır…
Tanımıyorum. Bu söylediğin iki şey de kocalarımda yoktu. Benim ikinci kocamın (Haldun Dormen) hayatı, nefesi, her şeyi tiyatroydu. Haldun’a gidip de “Oğlan da derslerine çalışmıyor” denemezdi. Öyle adamlara denemez. Onlar tiyatrocu. “Ben her şeyimi seyircime veriyorum” derdi bana. Zaten çocuğu doğurduğum zaman kontrat imzaladık aşağı yukarı, bunlar bunlar bana söylenmeyecek diye. “37,2 derece ateş bana söylenmeyecek. Ben eğer turnedeysem bana hastalık söylenmeyecek.”
Zor olmadı mı sizin için böyle biriyle beraber olmak?
Yoo… Çocuklarımı seviyorum. Kocalarım da ne yaparsa yapsınlar. Zaten sana bir şey söyleyeyim mi, laf aramızda kırk sene oldu ben boşanalı. İnsanlar bazı hataları da görüp anlamalı. Ben evlenilecek kadın değildim, ben anneyim evvela. Çocuklarım, torunlarım, ailem çok mühim.
Anneniz nasıldı size karşı?
Çok iyiydi. Babam da öyle. İkisi de sertti, ikisi de çok iyiydi. Mühim değil, geçindik gittik. Annem beş numarada otururdu, ben bir numarada oturuyorum senelerdir. Her gün öğleyin ve akşam eğer evdeysem yukarıda beraber olurduk. Babam arada sırada İstanbul’a gelirdi ama Mısır’da otururdu, annemse burada. Kardeşim de Amerika’daydı. Annem yapayalnızdı, dolayısıyla biz hep beraberdik. Teyzem, annem, ben çok yakındık. Babam 83’te vefat etti, annem 96’da. Annem çok yaşlıydı vefatında.
Ailenin kuralları var mıydı?
Öyle böyle değil… Düsturlar var ve çıkamıyorsun içinden. Siyaset yasak.
Yasak olmasa girer miydiniz siyasete?
Çatışmaya giremiyorum ben. Birbirinin arkasından konuşmak, siyaset yapmak… Rekabet olduğu için öyle oluyor mecburen. Sigara da yasak bende bu arada.
Aşkın yaşı var mı?
Herhalde yani, bilmem… Görüyorum gazetelerde oluyor öyle şaşkınlıklar, ama bende yok hiç.
Siz bütün kapıları çok önceden kapattınız o zaman.
Evet, geceleri de çıkmıyorum. Onun sırrını söyleyeyim sana. Yirmi iki yirmi üç yaşlarındaydım, Kervansaray diye bir gece kulübü vardı, çok modaydı. Hepimiz gider dans ederdik. Bir gece birileri dans ediyordu, yanımdaki dedi ki, “Yuh be, bu yaşta böyle dans edilir mi!” Niye dedim. “Ayol” dedi “Kadın hiç yoksa kırktır.” Kırk! “Kırk, çok büyük” Eyvah dedim ben, dikkat etmeliyim. Kırkıma yakın “Ben dans etmekten hoşlanmam…” demeye başladım. Bir korku geldi içime. Adam o kadar fena konuştu. Derken başka biriyle evlendim. “Yahu” dedi, “Kadın yetmiş beşinden sonra hâlâ elinde bardak kokteyllerde dolanıyor.” Düşündüm, haklı. Bak ben sana ne söyleyeceğim… Saygın olmak diye bir şey var. Hakikaten… Saygın olmak, insanlara karşı yumuşak davranmak, her zaman doğruyu söylemek, çalışmak, bir şeyler yapmak, yardım etmek… Bunlar çok mühim; çünkü bu kadar yaşam. Gittiğinde, on beş yirmi sene sonra zaten hatırlanmıyorsun. Hiç olmazsa o on sene hatırlandığı zaman a iyiydi demek başka haha demek başka. Benim arkamdan gülünsün istemem. Her şeyin bir yaşı var. Yine birileri seksen iki yaşında baba oluyor falan. Çocuk genç yaşta babasız kalacak. Ne lüzum var?
İki evliliğinizi de aşkla mı yaptınız?
Birinci kocamla tanıştığımda on sekiz yaşındaydım. Dört sene kadar görüştük. Nişanlandıktan sonra iki sene kadar bekledim. Askerlik çok uzundu o zamanlar. Ondan sonra evlendim, altı yedi sene evli kaldım. Çapkınlığından dolayı ayrıldım. Çok şekerdi, çok sevmiştim hakikaten. Gençliğin bir sevgisi vardır hani; küçük notlar yazılır, eller sallanır, müzikler çalınır. Böyle bir büyük aşk. Birbirimize isimler takmıştık. Onları yaşadım çok şükür, bitti. İkincisi başka bir şeydi. Hem Haldun’u hem de tiyatroyu sevdim. Bir tiyatrocuyla uzun zaman evli kalmak mümkün değil. Hep arkada kalıyorsun, seni ikinci plana atıyor. O sırada benim çalışma hayatım devam ediyordu; işimde bir yere doğru gelmeye başladım, olmadı…
Aşkın heyecanını mı tercih edersiniz sağlam bir sevgiyi mi?
Aşkı tabii ki… Diğeri devam etmiyor ki, kime bu numara? Boş ver! Sonra bir arkadaşlık başlıyor, görüyorum. Babamla annem altmış sene evli kaldılar. Babam vefatından altı ay önce annemi evden kovmuştu. Yani çok iyi de, bu kadar! Bir taraf hep alttan alıyor, öteki taraf çıldırıyor. Onu seyrettiğin zaman çok ağrına gidiyor. Ama öteki taraftan da birbirlerinden ayrı kalamadılar. Bir de o var. Her şeyi birbirlerine anlatırlardı. Aynada konuşmak gibi bir şey, çok rahattılar.
Yalnız yaşamak nasıl bir şey?
Ohh… (Gülerek) Ohh…
Şurada bir kocam olsaydı, beraber yaşlansaydık demediniz mi hiç?
Katiyen. Uğraşamam. Aman, yalnızlığa alıştığınız zaman bundan büyük lüks yok. Gece birisi kalsın istemiyorum. Oğlum bana mesaj atmıştı “Gece yalnız kalmadığını bilirsem rahat edeceğim” diye. Ben de cevap verdim; benim yanımda biri olursa da ben rahat etmeyeceğim. Düşünsene tam uyuyacaksın, bir ayak sesi. N’oluyor ya? Yat, uyu kardeşim. İstemiyorum!
İlk kez kaç yaşında bir ölüme şahit oldunuz?
Ablam öldü. Ben on yediydim, o on dokuzdu. Yanında değildim, beni kaçırdılar. Büyükada’daydık, iki gün evvel ayrıldım. Çok kötüydü, çok! Ondan sonra büyükanalar, büyükbabalar, herkes gitti.
Kardeş acısı bir başka olmuştur…
İkinciyi de kaybettim. Benim pek yok, herkes gitti. Kalan az.
Şeye inanıyor musunuz…
(Uzun uzun gülüp, yukarıyı göstererek) Oraya mı? Bence bitiyor.
Peki ruha inanıyor musunuz?
O kadar ruh var ki o zaman yukarıda. Uff… Eski zamanın Eminönü – Şişli tramvayı gibi olur. Bizim ailemizde yukarıyla diyalog var gerçi. Sana anlattım mı ben şeceremi? Aa, seçereyi anlatayım sana, o yeter. Babam vefat etti, kızım telefon etti bana. “Anne” dedi “Rüyamda büyükbabamı gördüm. ‘Annene söyle şecere İş Bankası kasasında’ dedi bana.” “Olur mu kızım, teyzemlerle İş Bankası’ndaki bütün kasalara baktık, bir iki parça kâğıt çıktı” dedim. Aradan seneler geçti; öyle beş sene falan değil, on-on beş sene geçti, kızım telefon etti. “Çok öfkeli” dedi. Demek ruh için sene diye bir şey yok, gün zannediyor o. “Yahu” demiş gene, “Şecere İş Bankası kasasında. Annene söyle elyazması bir de Kuran var.” “Öyle bir şekilde söyledi ki” dedi kızım, “Acaba bu Kuran pahalı bir şey de, ancak o zaman mı senin kalkıp bakacağını düşündü.” Kızım dedim, annen kalkmaz, çünkü yok. Birkaç ay sonra İş Bankası’ndan telefon, “Sizi ziyarete gelebilir miyiz? Galata Şubesi’ni onarımdan geçiriyorduk, aşağıda M. Mardin diye bir kasa bulduk.” Dedim “Ben Mardinli bir kadın olarak dokunamıyorum. Bana gösterin.” Açtılar ki altınla yazılmış şecere ve elyazması Kuran. Yani onun için, bir şey var ama bilemiyorum…
Ölüm hakkında konuşmak rahatsız ediyor mu sizi?
Canım n’olacak, gideriz biter. (Gülerek) So what’s the problem? (Mesele mi yani?) Ama benim ölümümden sonra yapılacaklar var, onlar fena.
Yazdınız mı gerçekten?
Ooo… Buradan (Teşvikiye Camisi) kalkmak istiyorum eğer başka yerde manasızlık yapmazsam. Apartmanlardan müzik çalınsın istiyorum.
Ne çalsın istersiniz?
Fecri Ebcioğlu bile olur. Eski… Biz, biz, biz. Çıktık Açık Alınla da olmalı. Ben 27’de doğdum. Münir Nurettin falan vardı. Safiye Ayla’lar vardı. Eskiler çalsın…