Heidelberg, Neckar Nehri’nin bir yılan gibi kıvrılarak aktığı, sonbaharın tüm renklerinin eşsiz bir uyum içinde yamaçları süslediği Neckar Vadisi’nin en eski yerleşim yerlerinden biri, belki de en eskisi. Öyle ki, buradaki arkeolojik kazılarda, milattan önce on milyon yılına ait insan iskeletleri bulunmuş ve henüz tam evrimleşmemiş olan bu tür, “Heidelberg adamı – Homo heidelbergensis” olarak adlandırılmış.
Şehre girer girmez, yüksek bir tepede tüm ihtişamıyla yüzyıllardır oturan ve vakur bir edayla Neckar Nehri’ni seyreden Heidelberg Kalesi karşılıyor sizi. Geçirdiği acımasız savaşlardan ve doğal afetlerden biraz yorgun, her seferinde kendinden bir parçayı yitirmekten ve eksilmekten biraz üzgün; ama yine de ayakta, yine de yüzlerce yılın hikâyesini paylaşmaya hazır. Kaleye ağaçların gölgesindeki parke taş kaplı daracık bir yoldan yürüyerek çıkabilirsiniz; yüzyıllar öncesinin atlı şövalyelerinin de aynı taşlara basarak çıktıklarını hayalinizde canlandırarak ya da günümüzün teknolojik kolaylıklarından vazgeçemiyorsanız, yaklaşık bir dakika süren bir finüküler yolculuğuyla da kaleye ulaşabilirsiniz.
Geniş terasta sizi karşılayan manzara muhteşem. İnsan, bir süre başka hiçbir şey yapamadan büyülenmişçesine bu görüntüye kilitleniyor. Önünüzde göz alabildiğine uzanan yeşilli, sarılı, kahverengili, kırmızılı renk cümbüşü, nehrin iki yakasında alçakgönüllülükle uzanan tipik Alman evlerinin çatıları ve bu iki yakayı birbirine bağlayan eski köprünün sakin görüntüsü ile adeta tamamlanıyor, bütünleniyor. Bu şehir, insanın doğaya zarar vermeden, onunla uyumlu bir şekilde yaşayabileceğinin güzel bir örneği gibi. Ormanlarla kaplı yamaçlarda, “yanlışlıkla” çıkan orman yangınlarından sonra nüfuzlu bir müteahhit tarafından inşa edilivermiş, Neckar Nehri manzaralı lüks rezidanslar yok burada. İnsanlar doğaya saygılı, birbirlerine de.
Kaledeki binalardan birinin içi, Eczacılık Müzesi olarak düzenlenmiş. Müzede, bitkilerin şifalı gücünden yararlanmanın tarihsel gelişimi, oldukça tatminkâr sayıda görsel malzeme kullanılarak çok güzel anlatılıyor. İlaç sektörünün bugün geldiği noktadan ise pek bahsedilmiyor, belki de günümüzde bu alanda yaşanan çirkinliklerin bu müzenin güzelliğini bozmasını istememişlerdir.
Heidelberg’de, girdiğiniz her yerde, aynı ses tonuyla ve aynı ilgili, gülümseyen yüzle söylenen bir “Guten Tag” sözüyle karşılanıyorsunuz. Müzelerde, restoranlarda, otelde, her yerde… Bu yakınlık ilk başta hoşunuza gitse de, bir süre sonra bu ilginin, aslında insan sevgisinin tezahüründen ziyade, toplumsal hafızanın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş görev bilincinden kaynaklandığını fark ediyorsunuz. Bu farkındalık, içinizde belli belirsiz bir hayal kırıklığı yaratsa da, ilgiyle karşılanıp uğurlanmak yine de çok güzel.
Heidelberg Üniversitesi, Almanya’nın en eski üniversitesi, 1386 yılında kurulmuş. Kurulduğu ilk yıllarda Teoloji, Hukuk, Felsefe ve Tıp fakülteleri açılmış. O günden bugüne de, varlığını ve geleneğini kısa kesintilerle de olsa hiç yitirmeden sürdürebilmiş. Bu kesintiler arasında en ilgi çekici olanları on yedinci yüzyıldaki Katolik-Protestan mücadelesi, bir diğeri de Nazi Almanya’sında nasyonal sosyalizmi kabul etmeyen profesörlerin tasfiye edildiği dönem.
Üniversite Müzesi’nde, Heidelberg Üniversitesi’nin tarihi ve gelişimi ile ilgili bilgiler sunuluyor. Daha sonra, müzenin üst katında bulunan, üniversitenin kuruluşunun beş yüzüncü yılı şerefine 1886 yılında yapılmış konferans salonunu da ziyaret edebiliyorsunuz. İnsan bu salona girdiğinde, taşıdığı ağır ve vakur havadan hemen etkileniyor, burada anlatılan derslerin hepsi tahta iskemlelere, tavan ve yer döşemelerine, kürsüye, kısacası tüm salona işlemiş gibi, bugün burada ders dinleyebilmek için, geçmişin tüm birikimini de bilmek gerekiyor sanki.
Binanın gösterişsiz arka kapısı ise, öğrenci hapishanelerinin bulunduğu üst kata çıkıyor. Evet, yanlış okumadınız, öğrenci hapishaneleri… Disiplin suçu işleyen öğrenciler, beş gün süreyle bu odalarda kalmak zorunda bırakılıyorlarmış, ilk iki gün sadece su ve ekmek veriliyormuş. Binanın içinden geçen bir koridorla derslere gidip, dışarı çıkmadan tekrar bu odalara dönüyorlarmış. 1700’lerin başında açılan öğrenci hapishanesi yaklaşık iki yüz yıl kullanılmış. İşte Almanların koyu disiplininin köklerinin ne kadar derinlerde olduğunun çarpıcı bir örneği daha…
Heidelberg’in ana caddesi, her iki yanı sevimli restoranlar ve kahvehanelerle dolu cıvıl cıvıl bir yürüyüş yolu. Yol boyunca uzanan yüzlerce yıllık binalar o kadar bakımlı ve güzel ki, eski olduklarına inanasınız gelmiyor. İnsanlar sakin, kaygısız ve mutlu görünüyorlar, hayat sanki daha bir yavaş akıyor burada ve daha huzurlu… Ana cadde üzerinde, çok da dikkat çekici olmayan bir girişten Kupfälzisches Museum’un avlusuna giriyorsunuz. Müze ilk bakışta pek ilgi çekici görünmese de -zaten Almanca bilmiyorsanız adının ne anlama geldiğini ve burada neler sergilendiğini de anlamıyorsunuz- siz siz olun sakın girmekten vazgeçmeyin. Üç kata yayılan alanda, çok profesyonel bir müzecilik yaklaşımı ile sergilenen çok sayıda eser sayesinde, Heidelberg’in arkeolojik tarihi, etnografik tarihi ve sanat tarihine doğru ilgi çekici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Ne yazık ki eserler eşliğinde sunulan bilgilerin çok büyük bir kısmı Almanca; İngilizce çevirileri bulunmuyor. Aslında bunu şehrin genelinde görmek mümkün, restoran menülerinden, tabelalara, mağaza adlarına kadar her yerde Almanca dışında bir dil görmek pek mümkün değil; Almanca, son yıllarda güzel Türkçemizi sinsice kuşatıp pençesine alan İngilizce çılgınlığından kendini korumayı başarmış gibi görünüyor.
Akşamüzerine doğru, kentin en güzel manzarasının izlenebildiği “Filozoflar Yolu”na doğru bir yürüyüşe çıkmanızda fayda var. Filozoflar Yolu’na ulaşmak için on üçüncü yüzyıldan bu yana kullanılan eski köprüden nehrin karşısına geçip, daracık dik bir yokuşu tırmanmak gerekiyor. İki yanı yüksek duvarlarla örülü, bazı yerlerde sadece bir kişinin geçebileceği kadar daralan, ıssız ve karanlık bir yol bu. İnsana, sonsuz bilgeliğe erişmeden önce çıkılan içsel bir yolculuğu anımsatıyor. Siz siz olun, basamakları yavaş yavaş, her adımın hakkını vererek çıkın, hızlı tırmanırsanız nefesiniz kesilebilir. Aralardaki dinlenme duraklarında mutlaka durun, soluklanın; dingin havanın, yükseldikçe güzelleşen manzaranın keyfine varın. Filozoflar Yolu’na vardığınızda, ödülünüz önünüzde göz alabildiğine uzanan Neckar Nehri ve tüm ihtişamıyla sizi selamlayan Heidelberg Kalesi olacak. Arkanızda uçsuz bucaksız bir orman keşfedilmeyi bekleyen güzelliklerle dolu size göz kırpacak. Bu yola boşuna “Filozoflar Yolu” dememişler, insan bir banka oturup bu muhteşem manzarada güneşin son ışıklarını seyrederken yaşam, sevgi, bilgelik konusunda derin düşüncelere dalıyor.
Heidelberg, küçük, sevimli ama bir o kadar de derinliği olan bilge bir şehir. Doğal güzelliğini ve eşsiz tarihi dokusunu, altı yüz yıllık bir üniversitenin bilgi ve birikimi ile harmanlamış, size asla unutmayacağınız bir deneyim sunuyor. Vedalaşmak zor gelecek…
Heidelberg, 29.10.2010