Kimimiz küçük şehirlerde, kasabalarda, kimimiz büyük şehirde doğduk. Kimimizin anne babası okumuş, meslek sahibi insanlardı, kimimizinkiler ise az eğitimli. Kimimiz daha dar gelirli ailelerin çocuklarıydık, kimimiz ise rahat koşullarda büyüdük. Ortak yanımız ise sakin, sıradan ve başarılı öğrenciler olmamızdı. İlkokul ve liseden, derslerimize çalışarak, başımızı derde sokmayarak, tam olması gereken zamanda başarı ile mezun olduk. Üniversiteyi kazandık, okuduk, meslek sahibi olduk.
Bir kısmımız küçük şehrimizden kaçmak için, bir kısmımız hayallerimizi süslediği için, bir kısmımız iyi iş olanakları için, bir kısmımız ise sadece tesadüfen geldik büyük şehre. Belki bir kısmımızın zaten eviydi burası. Zaten evi burası olanlar diğerlerimize hep biraz küçümsemeyle baktılar.
İyi işler bulduk, işimizde başarılı olduk, çok çalıştık, yükseldik, para kazandık. Daha iyi koşullarda yaşamaya başladık. Yıllar boyunca hep daha önce sahip olmadığımız bir şeylere sahip olduk. Paramız oldu, evimiz oldu, arabamız oldu, statümüz oldu.
Kırklı yaşlarımıza geldiğimizde bir şeylerin tam da istediğimiz gibi olmadığını fark ettik. Yaşamın anlamını sorgulamaya başladık önce. Belki de ilk kez bu kadar ciddiye alarak. Varlığımızın amacını bulmaya çalıştık. Çok başarılı, çok yoğun ve aslında çok sıradan yaşamımıza bir heyecan getirmekti belki de asıl amacımız.
Yaşamımızın ne kadar önemli bir bölümünü sadece delicesine çalışarak geçirdiğimizi fark ettik dehşetle. Kendi varlığımızı kendimize ve çevremize ispatlamak için iş başarılarımızın arkasına sığındığımızı. Sahip olduğumuz para ve statüyle toplumda kendimize bir yer edinmeye çalıştığımızı. Bu arada farkına bile varmadan sahip olduğumuz erdemlerle bağlarımızı kopardığımızı.
Artık delicesine çalışmak istemiyorduk. Artık hızlı, stresli, gürültülü, kalabalık bir yaşam istemiyorduk.
Peki ne istiyorduk?
Herhalde aynı yollardan geçerek benzer yerlere gelen insanların hayalleri de benzer oluyor.
Hepimiz her şeyi arkada bırakıp küçük, sakin bir kıyı kasabasına yerleşmek istiyorduk. Bunca yıl çalıştıktan sonra artık yaşamın hakkını vermek istiyorduk. Kimimiz emekli olmayı bekledik, kimimiz beklemedik, elimize geçen ilk fırsatta büyük şehirden kaçtık. Geride kalan bizim gibiler gıpta ile baktılar bize, hayran oldular cesaretimize, örnek aldılar bizi bir gün gerçekleştirecekleri bir düşü önce biz yaptık diye.
Ne olduysa bundan sonra oldu. Aynı yollardan geçerek benzer yerlere gelen, o zamana kadar benzer yaşamlar süren sıradan insanların yolları farklılaştı, çeşitlendi birden. Belki bu çeşitliliği sağlayan yaşamın anlamını sorgularken sorduğumuz sorulara verdiğimiz farklı yanıtlardı. Belki de yıllar içinde bağlarımızı kopardığımız erdemlerimizin ne kadarını yeniden hatırlayabildiğimizdi.
Bazılarımız kolay yolu seçtik. Yaşamın anlamını her anın tadını çıkarmakla sınırlayıverdik. Bunca yıl anlamsızca çalışarak çok zaman kaybetmiştik. Artık geri kalan zamanımızı kendimiz için harcamalıydık. Güneşin batışını, doğuşunu kaçırmamalı, güzel ve özenli sofralarda uzun ve keyifli yemekler yemeli, bahçeyle uğraşmalı, bol bol uyumalı, istediğimiz saatte yatmalı, kalkmalı, konuklarımızı zevkle ağırlamalıydık. Kısacası yavaş yaşamalıydık. Boş zamanlarımızın keyfine varmalıydık. Yaşamın anlamını keşfettiğimiz için o kadar heyecanlıydık ki varlığımızın amacını göz ardı ettiğimizi fark edemedik bile.
Zihnimiz rölantideydi, ruhumuz rölantideydi ve kısa zamanda bedenimiz de uyum sağladı bu düzene. Kolumuzu kaldıramaz olduk. Mutlu olduğumuzu sanıyorduk, ama bir şey eksikti işte, o yoğun iş temposunu özlediğimiz günler bile oldu, en azından o zaman bir amaç için uğraşıyorduk, ya şimdi…
Bazılarımız ise daha yolun başında anlamıştık yaşamın anlamının varlığımızın amacından ayrılamayacağını. Büyük şehirde, yoğun iş temposunda neden mutsuz olduğumuzu daha dürüstçe ve derince sorguladığımızdan belki, belki de sadece önsezilerimizle. Eğer mevcut yaşamımızın amaçlarıyla mutlu değilsek, mutluluğun anahtarının, amaçsız bir yaşam yaratmakta değil, mutlu olacağımız bir amaç yaratmakta olduğunu görüvermiştik.
Bunca yıl, “bireysel fayda” odağında sürdürdüğümüz yaşamımızda edindiğimiz birikimleri, artık “bütüne katkı” odağında paylaşmanın zamanı gelmişti.
Çoğumuz, yerleştiğimiz kıyı kasabalarının sakinlerine göre daha okumuş, daha bilgili, daha vizyoner insanlardık. Canla başla çalışmaya başladık, daha güzel, daha uygar bir şehir için, daha bilinçli bir toplum için, daha eğitimli çocuklar için, daha iyi korunan bir çevre için, daha verimli tarım için…
Çalıştıkça olgunlaştık, çalıştıkça zenginleştik. Okumaya devam ettik, yazmaya devam ettik, kendimizi geliştirmeye devam ettik. Çünkü biz geliştikçe çevremizi geliştirme gücümüz artıyordu.
Kolay yolu seçenleri yollarından döndürmek artık çok güç. Onlar mücadele edemedikleri ve var olamadıkları büyük ve karmaşık bir dünyadan kaçtılar ve tüm kaçaklar gibi bir sürgün hayatına mahkum ettiler kendilerini. Etrafı çitlerle çevrili küçük, sanal bir mutluluk bahçesine hapsettiler. Gelişmenin, dönüşmenin, paylaşmanın doyumundan mahrum kaldılar. En acısı da bunun onları her gün biraz daha öldürdüğünün farkında bile değiller.
Sözüm yolun başındakilere. Ben ve benim gibilere…
Mevcut yaşamında mutluluğu ve doyumu yakalayamadığı için o yaşamı değiştirmek adına adım atmak isteyenlere.
Yeni yaşamımızın bir kaçış değil bir dönüşüm olmasını istiyorsak yapacağımız en önemli şey, gerçek yaşam amacımızı ve tutkumuzu doğru belirlemek.
Zihnimizle değil, kalbimizle ve ruhumuzla…
Bugüne kadar yaşadığımız her deneyimi, bilerek ya da bilmeyerek, bu amaca ulaşmak için yaşadığımızın farkına varmak, değerini bilmek, faydalanmak. Yaşam amacımıza doğru, yavaş ama cesur ve sağlam adımlar atmak.
O zaman huzurlu yaşamak için büyük şehirden gitmenin şart olmadığını göreceğiz ya da büyük şehirden kaçmanın her zaman huzur getirmediğini.
Çünkü huzur ve mutluluk bizi, fiziksel olarak gittiğimiz yerde değil, kendi benliğimize doğru yaptığımız yolculukla vardığımız yerde bekliyor…