“Faydalı olanı alın, olmayanı atın, içine sizin olanı katın.”

Hayatta kalmamız değişime, öğrenme ve büyüme becerimize bağlıdır ama bunları yapmak için esnek ve açık fikirli olmamız gerekir. En çok hayatta kalanlar kendilerine dair bir şeyler öğrenmeye açık, alternatif anlayışlara göz atmaya istekli, gerektiğinde fikirlerini değiştirmeye muktedir olanlardır. Onlar hayatın fırtınalarıyla başa çıkan, zor zamanlarda düştüğü yerden kalkabilen ve tutkularını başarıya ulaştıranlardır. Bu yüzden ünlü dövüş ustası Bruce Lee’nin yukarıdaki sözünü okuduğumda etkilenmiştim. Bana göre bu söz hayata nasıl yaklaşmak, kendimize her durumda “Bundan ne öğrenebilirim?” diye sorabilmek gerektiğine dair temel bilgeliği kısa ve öz şekilde anlatmaktadır.

Bruce Lee’nin de bir tür filozof olduğunu ve fikirlerinin benim yazmakta olduklarımla dikkat çekici biçimde benzerlik gösterdiğini keşfetmek benim için sürpriz olmuştu. Lee, meşhur metaforlarından birinde su gibi hem yumuşak hem güçlü olmayı tavsiye ediyordu. Büyük bir gücü içine alabilmesi açısından yumuşak, zamanla dağları oyabilmesi açısından güçlü. Su her zaman yolunu bulur ve bu güçlü metafor doğanın akışıyla uyumlu olabilme fikrini, kişinin, şeylerin doğal akışına uyarak enerjisini en iyi şekilde koruyabileceği ve kullanabileceğini ifade eder.

Bu beni 1970’lerin sonlarında bir yaz, küçük bir oğlan çocuğu olarak dövüş sanatları öğrendiğim ve rakibimin ağırlığını ona karşı kullanma fikriyle tanıştığım günlere götürdü. Birini alt edebilmek için ondan daha güçlü ya da uzun olmanız gerekmediğini öğrenmiştim. Tek yapmanız gereken rakibinizin kendi ağırlığını ve momentini ona karşı nasıl kullanacağınızı bilmekti. Rakibinizin size doğru gelirken dengesini kaybettiği o kısacık anda ağırlığını ona karşı kullanarak azıcık eforla onu alt edebilirdiniz. Bu ders aklıma kazınmıştı ve yıllar geçtikçe onun hayata dair, doğaya ters değil de doğayla birlikte akmaya dair bir felsefe olduğunu anladım. Bu kulağa oldukça basit geliyor olabilir ama uygulamada açık ve esnek olmayı, yeni deneyimlerle birlikte değişebilmeyi gerektiriyor. Gerçekte ise çoğu zaman tam tersini yapıyoruz. Görüşlerimizi, fikirlerimizi ve inançlarımızı değiştirmek yerine, duyduğumuz yeni bilgiler önceki beklentilerimizle uyuşmadığı takdirde onları es geçiyoruz. Daha kıvrak davranıp duruma göre konumlanmak yerine, kendi ağırlığıyla kolayca dibe batan ağır birer nesneye dönüşüyoruz.

Fransız filozof Jean Paul Sartre şöyle yazmıştı: “İnsan her zaman hikâye anlatır, kendinin ve başkalarının hikâyeleriyle iç içe yaşar, başına gelen her şeyi o hikâyelerin filtresinden geçirerek anlamlandırır ve hayatını, hikâye anlatır gibi yaşamaya çalışır.” Yeni deneyimlerin öğretmenliğine açık olmaktansa, bizler aldığımız bilgileri kendi dünyaya bakışımıza uydurmak üzere eğip bükeriz. Hikâyelerimiz birer kendini gerçekleştiren kehanete dönüşebilir. Bu yüzden, Bruce Lee’nin dediği gibi, öncelikle yeni bilgileri özümseyebiliyor olmamız gerekir. Bu bölümde, bizi açık fikirli olmaktan alıkoyan üç psikolojik ilkeyi ve hayatlarımızı nasıl değiştireceğimizi açıklayacağım.

Birinci ilke gerçeklik inşasıdır. Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, hepimiz hayata bakışımızı hayatımızın ilk yıllarında geliştiririz. Bu da olduğunu sandığımız kişiyi ve başımıza gelenleri hangi filtrenin ardından gördüğümüzü belirler. Algılarımızın doğru olduğunu sanırız. Çocukluktan itibaren kim olduğumuza dair bir resim oluştururuz ama bir noktada resim kurur ve bitmiş bir portre haline gelir. Kendimize dair bu algımız o kadar önemlidir ki tüm kanıtlar aksi yöne işaret etse de biz onu bırakmak istemeyiz.

Bu da bizi ikinci ilkeye taşır: bilişsel muhafazakârlık. İnsanların değişimi yavaş olur ve hayatlarındaki olayları, kendilerine bakışlarını korumalarını sağlayacak şekilde algılamaya eğilimlidirler. Daha önce söylediğim gibi, edindiğimiz bilgiyi eğip bükerek halihazırdaki düşüncelerimize uyacak hale getiririz. Bizi zorlayan ya da sarsan bilgilerle ne kadar çok karşılaşırsak onları kendimizi ve kendi gerçeklik versiyonumuzu korumak adına o kadar çarpıtır ya da inkâr ederiz. Mesela başkalarını suçlarız ki kötü davranışlar sergilediğimizde bununla yüzleşmek zorunda kalmayalım. Gerçekliğin gözlerine bakmak çok zordur, bu yüzden bunu yapmaktan kaçınırız.

Öte yandan üçüncü bir ilke daha vardır: Büyüyüp gelişme arzusu. Bu arzu daima mevcuttur ve gerçekliğe dair çarpık algımızın arasından bize sesini duyurmak için çabalar. Bana göre gerçeklik Budistlerin ona verdiği anlama yakın bir şeydir: Şeylerin, bizim üzerine yapıştırdığımız fikirlerle kirlenmemiş gerçek doğası. Gerçeklikle bizim algımız arasında her zaman fark vardır. Muhafazakârlık (algılarımıza sımsıkı tutunma) ve büyüyüp gelişme (gerçekliği olduğu gibi görme) ilkeleri arasındaki bu gerilim dayanılmaz hale gelip varoluş krizine yol açabilir.

Hayatlarımızdaki olaylar için başkalarını suçlamak da kendi değerlilik hissimizi korumamızda yardımcı olabilir. Hepimiz kendileriyle ilgili gerçeği duymak istemeyen ve kendi dünya görüşüne uymayan verilere kulaklarını kapatan kişileri biliriz. İşler kötü gittiğinde bunda kendi payı olduğunu itiraf etmeyen çalışma arkadaşınızı düşünün. O genelde kendi kırılgan benlik algısını korumak için başkalarına çatar. Hepimiz bunu bir dereceye kadar yaparız. En azından arada bir… Bu doğamızda vardır. Kendi savunma örüntülerimiz üzerinde düşünmek bizim için zorlayıcı olabilir. Savunmacılığımız arttıkça savunmacılığımızı fark etme olasılığımız düşer. Gelgelelim, dikkat ettikleri takdirde diğer insanlar bizdeki savunmacılığı görebilirler. İnsanlara sizi sorsalar, hakkınızda aşağıdakilere benzer herhangi bir şey söylerler miydi?

 

  • Bazı şeyleri yok sayar.
  • Hislerini göstermez.
  • Düşünmeden, hızla harekete geçer.
  • Başkalarını eleştirmenin akıllıca olduğunu düşünür.
  • İyi hissetmek için yemek yer.
  • İnsanların kendisine kötü davrandığını düşünür.
  • Asla tatmin olmaz.
  • İşler umduğu gibi gitmezse hırçınlaşır.
  • Hatalı da olsa kendini haklı çıkarır.
Share This