Aşka mecbursan eğer onulmaz yaralar alma riskini baştan kabul etmeye de mecbursun.

Aşık olmak, ama gerçekten “olmak”, kendini olduğun gibi özünden özüne sunmaktır. Beden denen o kafesin en kuytu köşesine gizlenmiş, ortaya çıkmak için yeterince güven ve cesaret isteyen o küçük çocuğun ortaya çıkmasıdır…

Küçük yaşlarda başlarız aşık olmaya… Komşu ablalar ya da abiler ilk aşk odaklarımızdır. Yaşadıkça nicel olarak çoğalır bu aşklar. Ama, hoşlanmadan öteye geçemeyen bir yanılsamaya dayandıkları için eninde sonunda tükenir hepsi. Durum böyle olunca, kimileri hepten vazgeçer aşktan, kimileri bulduğu yarım yamalak aşklarla avunur avunabildiği kadar, kimileri de…

Kimileri de içindeki o küçük çocuğun itelemesiyle, bıkmadan usanmadan devam eder “gerçek aşk” arayışına. Ki onlar aşk yolunun iflah olmaz savaşçılarıdır. Alınlarının yazısıdır bu. Kaçarı yoktur…

Aşkın bu hüzünlü savaşçıları eninde sonunda -ne kadar yoğun yaşanırsa yaşansın- bütün dünyevi aşkların tükendiğini, hatta aslında hiç olmadıklarını; tek gerçeğin “ilahi aşk” olduğunu idrak ederler. Bu sefer de onun peşine düşerler ve kendilerini eskisinden de çetin ve çetrefilli bir yolun yolcusu olmuş bulurlar…

Yaradan aşkına erişmeden rahat yüzü yoktur artık savaşçıya… Zordur “ilahi aşk” arayışı…

Farklı bir bilinç boyutudur.

Koşulsuz sevgiye ermek ve tam bir teslimiyet gerektirir.

Oraya ermeden gerçeğe ulaşmak olası değildir.

Ermenin yolu ise insanevlatlarıyla örülüdür.

Aşkın biçare savaşçısı; Yaradan’a, ulaşmanın yolunun tüm yaradılanları sevmekten geçtiğini idrak eder bu sefer de…

Bu idrakle beraber bir sevgi kaynağına dönüşür o. Koşulsuz sevgisini herkese ve her zaman sonsuzca sunmak ister. Sürekli ve akışkan bir sevgi halindedir artık o… Ha o, ha Yaradan…

Ah zavallı aşk savaşçısı!… Bunun bir vehimden, bir illüzyondan öte bir şey olmadığını bilmez…

Erenlerin dediği gibi: “Bilse sorardı, sorsa bilirdi!…”

Ama savaşçımız yola çıkmıştır bir kere. Dönüşü olmayan bir yoldur bu…

Ah, o yolda… ah, biçare savaşçı… illüzyonun en gerçek göründüğü doruk noktasında “İlahi Aşk” tan hiç olmadığı kadar uzaklaştığının ayırdına varır umarsızca…

Her ölümlünün kaldırabileceği türden bir farkındalık değildir bu.

Nice aşıklar telef olmuştur yolun bu noktasında

Telef olmayanlar, bu sırra erenler ise sorup da bilenlerdi.

Onlar, Yaradan’ın sesini duyurduğu tek kanala, yani kalplerine sordular ve kurtuldular telef olmaktan.

Hacılardan, hocalardan ve kitaplardan medet umanlarsa bin beter oldular…

Kalpten gelen o “muhteşem” sesi dinleyenler, Yaradan’ı bulmak için kendisini özünden özüne gösteren o bir kişiyi bulması ve bulduğu anda da o kişinin özüne özünü vermesi gerektiğini öğrendiler.

Özden öze alış veriş gerçekleştiğinde ise hiç kimse kalmayacaktı ortada ve Yaradan çıkacaktı açığa…

Bunun ne anlama geldiğini idrak edebilmek ancak kendini “aşk”a adamakla olasıydı.

Neyin nerede ve kim tarafından bulunacağı belliydi artık…

İlahi Aşk, sadece içerde tutuklu bulunan o küçük çocuğa murad edilmişti.

Ötesi yoktu…

Heyhat!

Bu yolda da çok zorlu sınavlar vardı… Özden öze akılacak o “tek ve doğru” kişiyi bulmak hiç kolay değildi.

Aşk savaşçılarını yılgınlık noktasına getiren en zorlu dönemeçlerden biriydi bu…

“Yine mi o bitmek tükenmek bilmez arayışlar, o kahredici hayal kırıklıkları.” diye isyan edenler oldu aralarında…

Hiç isyan etmeden kendini ateşe atanlar, ateşlerde cayır cayır yanarken yanlış yaptığını farkeden -ya da farkettirilenler- ve kül olma vaktinin geldiğini anlayanlar oldu…

Sözün bittiği yerdeydiler onlar… Anlatılamaz bir “hâl” içindeydiler…

Bu “hâl”in aşk sınavının son katmanlarından olduğunu sezip de, aşka olan imanından ve içindeki çocuktan vazgeçmeyerek küllerinden yeniden doğmayı başaranlar ise hâlden hâle geçtiler ve sonsuzluğa açılan pencereden “ilahi aşk”ın ışığını gördüler…

23.01.2007

Share This