Ne tam birleşebilen ne de birbirlerinden ayrılabilen Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un, belki de bu çözümsüz durumu biraz daha mantıklı gösterebilmek için kendilerine taktıkları isim Benelüks. Ortak bir geçmişi ve kültürü paylaşan bu üç ülke halkının hayali ülkesine, Belçika’nın Brüksel Havaalanı’ndan ayak basıyoruz. Bu küçük ve aslında gayet sevimsiz havaalanına yıllar sonra tekrar gelmek beni heyecanlandırıyor. Neredeyse hiç değişmemiş, oysa ben ne çok değiştim diye düşünüyorum. On beş yıl öncesinin toy ve deneyimsiz ama bir o kadar da cesur ve gözü pek kızı gitti, yerine edindiği yaşam deneyimi sayesinde daha dingin, sakin ve huzurlu bir kadın geldi. İçimde hiç değişmeyen, hep aynı kalan şeylerden biri ise öğrenme hevesi.
Gezimizin ilk durağı kanallar şehri Amsterdam. Amsterdam’daki ilk aktivitemiz de, biletlerini daha İstanbul’dayken satın aldığımız, Concert Gebouw’daki klasik müzik konserine gitmek. On yılı aşkın bir süredir Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşımızla gidiyoruz. Müziğin evrensel dili, bizi adeta kendimizden geçiriyor. Sohbet sırasında, on yıldır burada yaşayan arkadaşımızın buraya ilk kez bizimle birlikte geldiğini öğreniyoruz hayretle ve Amsterdam’ın en ünlü iki müzesi Van Gogh ile Rijks’i de hiç gezmediğini.
Amsterdamlılar sıcak ve yardımsever. Kafamız oldukça karışmış bir halde, soğuk balıklı sandviç yiyeceğimiz Albert Cuyp pazarını harita üzerinde bulmaya çalışırken yardım teklif edenlerden; kendisi de kızarmış patates sattığı halde, Amsterdam’ın en iyi kızarmış patatesini nerede yiyebileceğimizi tarif eden güler yüzlü kafe sahibine kadar. 1887 yılından bu yana sadece kızarmış patates satan, hatta yeterince iyi patates bulamadığı günlerde dükkânını açmayacak kadar işine ve müşterilerine değer veren bu patatesçide yediğimiz patates kızartmasının tadı hala damağımda.
Amsterdam’da yaptığımız en turistik aktivite, sanırım gezi teknesi ile kanalları dolaşmak oluyor. Teknedeki mekanik sesin, önceden kaydedilmiş ve hiç de ilginç olmayan bir metni dört dilde kim bilir kaçıncı kez okumasını dinlerken, kanallar boyunca sıralanmış ünlü Amsterdam evlerini yakından inceleme şansı buluyoruz.
İnce tuğla dokusu, alt katlardan üst katlara doğru küçülen pencereler, üçgen çatı detayları ve üçgenin en ucunda eşya taşımak için kullanılan, her evin olmazsa olmazı büyük bir kanca. Evlerin merdiven boşlukları o kadar dar ki, eşyalar üst katlara ancak bu kanca yardımıyla çekilerek pencerelerden içeri sokulabiliyor. Birçoğu neredeyse dört yüz yaşında olan bu güzel evler, bende oldukça çelişkili duygular uyandırıyor. Bataklığa dikilen kazıklar üzerinde, sadece birbirlerine dayanarak, zamana meydan okurcasına ayakta kalmalarının uyandırdığı hayranlık; onları birbirinden farklı kılacak küçük ayrıntılardan mahrum olmaları ya da ne bileyim, açık pencerelerinden bakan neşeli insanlar göremememiz yüzünden belki, güçlü bir sıradanlık ve cansızlık hissi ile gölgeleniyor. Dört yüz yıldır yaşayan bu evler, sanki hiç yaşamıyor gibi. Gözümün önünde bir biblo şehir güzelliğinde sıralanıyorlar ama nefes alıp verişlerini duyamıyorum.
Amsterdam’ın çevresi bana şehir merkezinden daha ilginç geliyor. Şehre yirmi otuz kilometre mesafedeki Edam kasabası, ünlü Edam peynirlerine adını veren yer. Kasabada, Edam peynirlerinin nasıl yapıldığını anlatan küçük şirin bir müzecik var. “Taze” peynirin, satışa sunulmadan önce en az dört hafta bekletilmesi gerektiğini öğrendiğimde şaşırıyorum.
Vorandem ise, Edam’a yaklaşık üç kilometre mesafede sevimli bir sahil kasabası. Kasabanın büyük bölümü deniz seviyesinin altında. Çevresindeki setler ve gelgit hareketlerine göre hassas bir şekilde açılıp kapanan kapaklar sayesinde kasaba sular altında kalmaktan kurtuluyor. İnsanın doğayla anlaşma yapabileceğinin güzel bir örneği.
Zaanse Schans ise bir yel değirmenleri şehri. 1700’lerin sonlarında, burada bin civarında değirmen varmış. Genelde, tahıl öğütme, kerestecilik ve boya imalatı gibi amaçlarla kullanılan değirmenlerden geriye sadece yirmi tane kalmış; koruma altına alınmış. Müze haline getirilmiş olan boya hazırlama değirmenine girerken, Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde, elimize Türkçe bir tanıtım broşürü tutuşturuyorlar, Avrupa’da pek de alışık olmadığımız bir şey.
Şehrin girişindeki Zaanse Schans Müzesi’nin içinde çok ilginç bir bisküvi ve çikolata imalathanesi de bulunuyor. Bölgenin en ünlü çikolata ve bisküvi markası olan Verkade’nin 1900’lerin başında kullanılan makinelerle, çikolata ve bisküvi üretiminin inceliklerini öğreniyorsunuz. Örneğin ben, anavatanı Afrika olan kakao çekirdeklerinin yaklaşık dört yüz çeşit farklı aroması olduğunu öğrendiğimde oldukça şaşırdım.
Akşamüzeri, Amsterdam’ı arkamızda bırakarak, değil bir sınır kapısı, yol kenarında ayırt edici tek bir işaret bile göremeden Belçika’ya geçiveriyoruz. Belki de en önemli işaret değişen bitki örtüsü. Göz alabildiğine uzanan çayırlar, yerini yer yer sıklaşan seyrek ormanlara bırakıyor. Birkaç saat içinde Leuven’e geliyoruz. Ertesi sabah da, yaklaşık iki yüz elli kilometrelik yolu göze alarak Lüksemburg’u görmeye gidiyoruz. Avrupa’nın tam göbeğinde kurulmuş bu yapay ülkecik, çok derin ve görkemli bir vadinin iki yanında, doğanın yarattığı bu harika manzarayla karşılaştırıldığında oldukça sıradan ve sevimsiz bir yapı dokusu oluşturarak uzanıyor.
Lüksemburg, tarihinin başladığı dönemden bu yana, Avrupa’daki en önemli savunma merkezi olarak biliniyor.
İnsanlar burada, doğal vadinin sağladığı avantajı da kullanarak, girilmesi ve hatta bombalanması neredeyse imkânsız yeraltı geçitleri yaratmışlar. Bu geçitler, bugün müze olarak gezilebiliyor ve UNESCO’nun Dünyanın Mirasları listesinde yer alıyor.
Lüksemburg’da, ödüllü, güzel bir Fransız restoranına giriyoruz. Mönü sadece Fransızca ve Fransızca bilmiyorsanız, bu sizin sorununuz. Sipariş almak için yanımıza gelen garson, “Bir tek bu mönü var, sipariş vermeyecekseniz zamanımı boşuna harcamayın” diyor. Biz de ne olduğunu bilmediğimiz yemekleri sipariş edip yiyoruz. İyi ki de yiyoruz çünkü saat beşten sonra akşam yemeği saatine kadar kahve içecek bir yer bulmak bile neredeyse imkânsız.
Şehrin güzel meydanlarından birinde, rock konserinin hazırlıkları var. Ellerinde seyyar satıcılardan aldıkları bira ve yiyeceklerle insanlar konserin başlamasını bekliyorlar. Bu sahne bana hiç de doğal gelmiyor, sanki bir film çekimi için yapay olarak hazırlanmış gibi.
Bu kısa gezide, Lüksemburg insanının kültürü ile ilgili bilgi edinebileceğimiz neredeyse hiçbir ipucu yakalayamıyoruz. Bu yapay ülkenin insanları da mekanik sanki. Zengin ve ruhsuz. Avrupa’nın kirli çamaşırlarını biriktirdiği arka bahçe olmanın yan etkisi olabilir mi, hiç güneş görememek?
Bir sonraki günün rotasında, Belçika’nın minyatür şehirleri Gent ve Brugge var. Gent, şirin kanalların çevresinde sıralanmış, küçücük evleri olan neşeli bir şehir. Yabancı turistlerin tur programlarında pek yer almıyor. Belki de bu yüzden gördüğümüz birçok şehre göre çok daha sıcak ve sevimli. Mimari, Amsterdam’daki evlere çok benziyor. Yine de bu evlerin her birinin kendine özgülüğü, içerdikleri küçük detaylarda gizli sanki. Birinin pencerelerinden önündeki rengârenk çiçek saksıları, diğerinin kırmızı kepenkleri ya da çatı detayındaki heykelcikleri, bir diğerinin açık penceresinden gelen müzik sesi, oymalı balkon parmaklıkları.
Gent Güzel Sanatlar Müzesi’nde ünlü Belçikalı ressam Gustave Van De Woestyne’ın sergisi var. Bu müzede yer alan eserlerin zenginliği ve sanatçıların çeşitliliği, pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Belçika’da da sanatın sosyal yaşam içinde derin bir yeri olduğu hakkındaki görüşümüzü destekliyor.
Belçika’nın en ünlü şehirlerinden biri olan Brugge, Gent’i gördükten sonra, nedense gözümüze biraz daha silik ve sıradan görünüyor. Güzel meydanlar, kanal boylarında minik ve sevimli kuzey evleri, şirin kafelerde beğeninize sunulan çeşit çeşit Belçika birası. Sohbet ettiğimiz Belçikalıların hiçbiri biranın asıl anavatanının Anadolu olduğunu bilmiyor, şarabın da. Brugge sokaklarında yürürken, güneş alçalıyor. Kanallardaki suyun dinginliği ve sessizliği, akşamın eşsiz renklerine karışıyor. Turistler, yavaş yavaş şehirden ayrılıyor. Şehir, kanını emen bir turist ordusunun istilasını, o gün bir kez daha savuşturduktan sonra, gerçek benliğine tekrar kavuşuyor.
Benelüks’teki son günümüzün son durakları Brüksel ve Antwerp. Bu kez, çevreyolu yerine, birbirine bağlı köylerle süslü tali yolları kullanmayı tercih ediyoruz.
Brüksel’i sevmiyorum. Belki, bilgi ve görgünüzü artıran, ilgi alanlarınıza hitap eden onlarca müzesi var (ne yazık ki pazartesi günü olduğu için hepsi kapalıydı), belki Avrupa’nın başkenti olmasının getirdiği bir saygınlığı ve ağırlığı da var. Ama ünlü “Grote Markt”a çevre sokaklardan akın akın gelen turist kalabalığını, yerli halkın tüm bu turistlere biraz da tepeden bakar hallerini, garsonların sanki hizmet değil de lütuf ediyormuşçasına yaklaşımlarını sevmiyorum. Lezzeti kadar yaratıcı ve etkileyici sunumlu çikolataları hariç!
Antwerp, Belçika’nın Brüksel’den sonra ikinci büyük kenti, en önemli limanı ve neyse ki Brüksel’e göre çok daha sevimli; tabii görünürdeki bu sevimli havayı biraz aralarsanız burnunuza kirli bir elmas ticaretinin ağır kokusu geliyor. Şehrin zenginliği ve gücü de bu ticarete dayanıyor.
Şehrin tarih dolu sokaklarında yaptığımız yürüyüşü, kanal kenarında, kaleden bozma küçük restoranda yediğimiz akşam yemeği ile noktalıyoruz. Garsonun önerisi doğrultusunda gayet hevesle ısmarladığımız dil balığı tam bir hayal kırıklığı olsa da yine de keyfimizi kaçırmaya yetmiyor.
Benelüks’teki son akşam yemeğimizde, Belçikalı arkadaşımız bırakın bu üç ülkenin birleşmesini, Belçika’nın içinde bile ülkenin ikiye ayrılmasını isteyenler olduğunu söylüyor. Kuzeyde yaşayan, zengin ve çalışkan Flamanlar, güneyin tembel Fransızlarını daha fazla beslemek istemiyorlarmış. Eşitsizlik üzerine kurulu ve herkesin önce kendi çıkarını düşündüğü bir dünya düzeninde, bu ne ilk ne de son ayrışma söylemi. Benim bu uzun ve yoğun Benelüks gezisinden damağımda kalan tortu ise, aynı tarihin ve kültürün çocuklarının, sınırları ayrılsa da, dilleri değişse de, aynı tarihin ve kültürün çocukları olmaya devam edecekleri oldu. Şartlar ne olursa olsun.