Ocak ayında Antalya gezisi planlamak kimin aklına gelir ki? Öyle ya, Antalya’ya yazın gidilir, deniz, güneş, eğlence, vesaire, vesaire… Oysa Antalya kış ayları için de sakin, sessiz ama bir o kadar da zengin bir rota olabilirmiş. Bunu iyi ki düşünmüşüz, düşünmeseydik, Antalya’nın gerçek yüzüyle tanışma fırsatını yakalayamayacaktık belki de.
Konaklamak için Kaleiçi’ni seçmiştik. Şehrin, bu en eski yerleşiminin son yıllardaki restorasyon furyasından nasibini almış halini merak ediyorduk. Kaleiçi’nde, dış görünümleri genelde birbirine benzeyen ve sayıları her geçen gün hızla artan butik otel ve pansiyonlarla karşılaştık. Biz tercihimizi, Kesik Minare (Korkut Camii) kalıntılarının hemen yanındaki şirin bir pansiyondan yana kullanmıştık. Bu sayede, orada kaldığımız iki gün boyunca, sabahları kendimizi tarihin ta içinde hissederek uyanabilecektik.
Odamızdan Korkut Camii’nin görünüşü
Korkut Camii’nin çok ilginç bir öyküsü var. İlk kez M.S ikinci yüzyılda burada tapınak olarak kullanılan bir yapı olduğu biliniyor. Altıncı yüzyılda, bu tapınağın üzerine görkemli bir kilise inşa edilmiş. Selçuklular bu bölgeyi aldıktan sonra, kilise camiye dönüştürülmüş, on dördüncü yüzyılda yeniden kilise, on altıncı yüzyılda tekrar cami. Sonunda, bir büyük yangın… Bina kaderine terk edilmiş. Tapınak, kilise ya da cami… Ne fark eder ki adının ne olduğu? Burası insanların iki bin yıla yakın bir süre huzur buldukları, umutla doldukları, Tanrıyla buluştukları belki de o ölçüde kendilerinden uzaklaştıkları kutsal bir mekân…
Bu huzurlu enerji bize kadar ulaştığı için mi bilmem, pansiyona yerleşir yerleşmez kendimizi daha iyi hissetmeye başladık. Bunda, sevimli ve cana yakın Japon ev sahibimizin adeta sevgisini katarak bize sunduğu öğle yemeğinin de payı olabilir. Ben yine de bu olumlu enerjiyi manevi güçlere bağlamayı tercih ediyorum.
Antalya Müzesi’nin paha biçilmez lahitlerinden biri
İlk durağımız Antalya Müzesi. Türkiye’nin tarihi eserler açısından en zengin müzelerinde biri. Anadolu topraklarının en köklü geçmişe sahip bölgelerinden biri olan Antalya’ya da bu yakışır zaten. Kuruluşu, 1922 yılına dayanıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, işgal güçlerinin yağmasından kurtarılabilen eserlerin korunması için kurulmuş, yıllar içindeki gelişimiyle 1988 yılında Avrupa Konseyi tarafından verilen yılın müzesi ödülünü almış. Müzenin benim için en ilgi çekici bölümleri, tanrılar salonuyla imparatorlar salonu oldu. Sadece sergilenen heykellerin güzelliği ve ihtişamı değil, heykellere ilham veren tanrı ve imparatorların öykülerinin eşsizliği de çok etkileyiciydi. Bu öykülerde, tanrısal şarkıcılar olarak bilinen ama aynı zamanda düşüncenin türlü biçimlerini yöneten ve hem bugünün hem de geleceğin sırlarını bilen ilham perileri Musalardan, Apollon ile müzisyenlik yarışına giren Marsyas’ın bunun bedelini bir ırmağa dönüşerek ödemesine kadar pek çok ilgi çekici efsane yer alıyor.
Müze gezimiz sırasında, Perge kazılarında gün yüzüne çıkarılan Herakles heykelinin belden yukarısının Amerika’da bir müzede sergilendiği, bu iki parçanın birbirine ait olduğu Perge kazılarının ünlü ismi Prof. Dr. Jale İnan tarafından ispatlandığı halde, henüz bu parçanın Türkiye’ye iade edilmediğini de öğrendik. Nedense buna hiç şaşırmadım, hissettiğim daha çok bir kalp ağrısıydı sanırım. Esti geçti yüreğimden.
SAYFA-BOLUMU
Antalya Müzesi’nin mağazası da oldukça profesyoneldi. Avrupa’daki müze mağazalarını andırıyordu. Müze ile ilgili kitapların Türkçesinin bulunmaması ise beni çok üzdü. “İngilizce biliyor musunuz?” diye soran görevli “Evet” yanıtını alınca, “O zaman sorun yok, İngilizcesini alabilirsiniz” dedi büyük bir rahatlıkla. Hayır, sorun var, hem de çok büyük bir sorun var. Kendi ülkemizde, kendi müzemizde, kendi dilimizde kitap bulamamamız ne acı.
Görkemli Hadrian Kapısı gece bir başka güzel
Kaleiçi’ne dönüşümüz akşamüzerini buldu. Girişi, Hadrian Kapısı’ndan yapmayı düşünmüştük. Görkemli Hadrian Kapısı, bugünkü Antalya’yla geçmişteki Antalya’yı birbirinden ayıran bir sınır gibi. O kapıdan geçtiğinizde, aynadan geçerek kendini başka bir âlemde bulan Alice gibi neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Bir yanda sevimsiz yüksek apartmanları, ışıltılı dükkânları, yoğun trafiği ile bugünkü Antalya, diğer yanda, tarihin izleriyle bezenmiş, alçak binaları ve daracık sokaklarıyla geçmişteki Antalya. Hangisi gerçek?
Kışın getirdiği ıssızlık ve terk edilmişlikten midir bilmem Kaleiçi bana, Antalyalıların yaşam alanı olmaktan çok, turistler için inşa edilmiş bir film seti ya da tiyatro sahnesi gibi göründü. Güzel ve bakımlı ama yapay ve ruhsuz… Hoş oteller, şık restoranlar, tertemiz sokaklar vardı burada ama ne bileyim, neşe yoktu, huzur ve samimiyet de.
Kaleiçi’nin Sempatik Çamaşırhanesi
Kaleiçi’nden aklımda kalan tek gerçeklik, otelimizin hemen yanındaki “Sempatik Çamaşırhane” oldu. Bir de Suna-İnan Kıraç Vakfı tarafından yaptırılan Kaleiçi Müzesi. Müzenin hikâyesi oldukça etkileyici. İnan Kıraç, bu tarihi kiliseyi, 1991 yılında, Suna Kıraç’a ellinci yaş günü hediyesi olarak almış, onun burayı bir cennete çevirip Antalyalılara yeniden hediye edeceğini bilerek. Yanlış okumadınız, yaş günü hediyesi olarak bir kilise… Oldukça yaratıcı değil mi? Bina, beş yıllık bir restorasyondan sonra, 1996 yılında müze olarak açılmış. Küçük ama şirin…
Damat tıraşı yapılırken sohbet eden manken görmüş müydünüz?
Antalya tarihinden kesitlerle, tipik bir Antalya düğününün canlandırıldığı sahneler var. (Bu tür sahneleri çok yerde çok müzede görmüştüm ama sahnede yer alan mankenlerin konuştuğuna ilk kez burada rastladım. Bu küçük katkı bile, gördüğünüz sahneyi sizin için unutulmaz kılmaya yetiyor).
SAYFA-BOLUMU
Ertesi sabahın rotası Serge. Burası, herkesin bildiği antik şehirler arasında adı pek geçmeyen, muhtemelen Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bile yerini unuttuğu bir antik şehir. Ne işiniz vardı orada derseniz, biz de bilmiyoruz. Serge’ye çıkan yolun güzelliğini anlata anlata bitiremeyen bir dostumuzun önerisiyle çıktık bu yola. İyi ki de çıkmışız. Serge’ye ulaşmak için, önce Köprülü Kanyon yoluna saptık. Kıvrıla kıvrıla yükselerek bulutların üzerine çıkan bu yol, bir masal ülkesinde, kralın esrarengiz şatosuna sizi götüren sürprizlerle dolu yolları andırıyordu. Yol boyunca, gözümüzün erişebildiği her noktada servi ağaçları ile buluştuk, dört yanımız yemyeşil bir karşılama töreninde, resmigeçit yapan ağaçlarla doluydu sanki. Serviler dimdik ama bir o kadar da saygıyla “hoş geldin” dediler bize. Saygısızlığı, kendinden ödün vermemek sanan nice insana inat…
Adam Kayalar
Yükseldikçe, çevremiz “adam kayalarla” kuşatıldı. Geçit töreninde şimdi sıra onlara gelmişti. Bu bölgede, “konglomera” cinsi kayalar yoğun olarak bulunuyor. Konglomera, kum ve çakılın basınç altında birleşerek, zaman içinde katmanlar halinde sertleşmesiyle oluşuyor. Bu yol üzerindeki konglomeralar, binyıllar içindeki aşınmalarla insana benzer şekiller aldıkları için, adam kayalar olarak adlandırılıyorlar ve buranın dünyada eşi ve benzeri yok.
Köprülü Kanyon’un eşsiz maviliği
Köprülü Kanyon’a adını veren köprüye ulaştık sonunda. Köprüçay’ın rengi öyle bir maviydi ki, insanın içine işliyordu adeta. Gözlerimiz raftingcileri aradı ama nafile. Hepsi gitmişti, Köprüçay’ı kendi doğal akışına bırakarak. Neyse ki bu çılgın ve tüketen kalabalık, kanyonun ve çayın güzelliğini kalıcı bir şekilde yok edememişti henüz; geldikleri gibi dönmüşlerdi. Çayın genişlediği bir bölgede, açık bulabildiğimiz bir lokantada, asma yaprağında alabalık yerken, lokantanın Yörük asıllı sahibi ile yaptığımız sohbette, burada rafting turizminin baharla birlikte inanılmaz boyutlara yükseldiğini öğrendik. Terk edilmiş gibi görünen tesislerin açık hava depolarında üst üste yığılmış botların sayısı ürkütücüydü.
Serge’ye ulaştığımızda, antik şehrin hemen altındaki küçük köyün sakinleri tarafından sevinçle karşılandık. Uzun zamandır hiç ziyaretçi görmemiş gibiydiler, ilgiyle sokuldular yanımıza, tabii biraz da bohçalarının içindeki örtüleri, incik boncuğu bize satmaktı amaçları. Başardılar da…
Serge’nin Tiyatrosu
Serge’nin antik tiyatrosunda, ayakta, denizden bin metre yükseklikte tiyatro izlemek çok heyecanlı bir duygu olsa gerek. Tiyatro dışındaki yapılar dağınık ve düzensiz. Belli ki şehrin çok büyük bir kısmı henüz kazılmamış. Ne bir işaret, ne bir bilgi tabelası ne de bir görevliye rastladık Serge gezimiz sırasında. Neyse ki girdiğimiz andan itibaren yanımızdan ayrılmayan Furkan vardı da, arada bir şehre grup getiren rehberlerden öğrendiği bilgileri yalan yanlış anlattı bize. Furkan beşinci sınıfa gidiyor. Köyde, hemen antik şehrin bitişiğinde derme çatma bir evde ailesiyle yaşıyor. Abileri okuyamamış, biri Yüksekova’da asker şimdi. Okutacaklarmış Furkan’ı ne pahasına olursa olsun. “Sit alanı diye, devlet bir çivi bile çakmamıza izin vermiyor” diye anlattı babası, “yakında bu ev başımıza yıkılacak.”
SAYFA-BOLUMU
İncik, boncuk, örtü alışverişi yaptığımız teyze, ayrılırken bize kurutulmuş kekik hediye etti. Kekik çayı her derde devaymış. Gönül yarasına da iyi gelir mi acep? Ya ruh yorgunluğuna? Dönünce bir denemeli. Teyzenin sözleri beni kendime getirdi, “Antalya’ya mı gidiyorsunuz? Keşke ben de gelsem sizle. Ben hiç gitmedim Antalya’ya. Çok uzak, hem artık doğru dürüst yürüyemiyorum da…”
“Kaç yaşındasın?” diye sorduğumuzda aldığımız cevabı sanırım hiç unutmayacağım. “Bilmem ki? Saymadım ne zamandır.”
Serge, belki antik şehriyle değil ama dünyadan, zamandan ve belki de yaşamdan kopuk köylüleriyle kaldı aklımda. Biz gerçekten de onlar için başka bir dünyadan onların gezegenine düşmüş uzaylılar gibiydik, onlarsa kendi dünyalarında, uzayda gibi yaşayan dünyalılar.
Tahtalı Teleferiği
Bu geziyle ilgili, Tahtalı Teleferiğinden de bahsetmek gerek. İsviçreli bir firma tarafından, meraklı turistleri 2365 metrelik Tahtalı zirvesine çıkartmak için yapılmış bir teknoloji harikası. Firma bu tesis için otuz milyon avroluk bir yatırım yapmış, tüm malzemelerini hatta inşatta çalışacak kişileri bile yurt dışından getirmiş. Hesaplarına göre yedi sekiz yıl sonra kâr etmeye başlayacakmış. Meraklı bir turist kafilesiyle birlikte yaklaşık on iki dakikalık bir yolculuktan sonra zirveye ulaştık. Değme dağcılara nispet yaparcasına, havalı havalı indik teleferikten. Bu yıl karı ilk görüşümüz, bu gidişle de son görüşümüz olacak, ne de olsa kar yağışı beklenmiyor önümüzdeki günlerde. Kardan başka pek bir şey görmek mümkün değildi zaten. Fotoğraflarda gördüğümüz o muhteşem manzaradan eser yoktu. Hem yukarıda, hem de yol boyunca çevremizi saran kalın bulut tabakası, bırakın eşsiz manzarayı, gözümüzün önünü görmemize izin vermedi.
Güzel manzara bulut tabakasının ardında
Çelik halatlar üzerinde havada asılı duran bir kabinin içinde, hiç tanımadığımız yirmi kadar insanla baş başa geçirdiğimiz bu yolculukta, hava koşulları Tahtalı’nın dillere destan manzarasını izlememize olanak vermedi ama bana oldukça önemli bir hayat dersi verdi: Bildiklerimiz ancak gördüklerimizle sınırlıdır. Sırf gözümüzün önünde sanal bir duvar ya da bir bulut tabakası olduğu için, dünyadaki ne çok güzellikten mahrum kaldığımızı fark edince, insanın kendine yapacağı en büyük iyiliğin gözlerini kör eden önyargılardan, dogmalardan ya da öfkeden arınması olduğunu düşündüm. O zaman önümüzde, uçsuz bucaksız bir açıklık, capcanlı bir gerçeklik, nefes kesen bir güzellik hiç yok olmamacasına uzanacak. Keşke hepimiz bunu başarabilsek, o zaman dünya bir cennet olurdu ve biz dünyanın bir cennet olduğunu fark eder, cenneti kendimizden çok uzaklarda aramazdık.