Tembel bir öğrenci sayılmasam da ezberle aram hiç iyi olmadı. Çoğunuz gibi benim zamanımda da tarih dersinin işlenişi şöyleydi: Öğretmen her dersin sonunda sonraki ders işlenecek sayfaları ödev olarak verir ve ertesi ders tahtaya kaldırdığı öğrenciler bu sayfalardaki konuları anlatırlardı. Şansı olanlar yarım sayfalık konuyu anlatıp otururken, resimsiz üç sayfa süren bir konunun denk gelmesi de her zaman mümkündü. Öğretmen bazen tahtadaki öğrenciyi birkaç cümle sonra durdurup kendi devam eder, hatta bazen dersin sonuna kadar konuları kendi anlatırdı ama böyle mutlu zamanlar çok sık yaşanmazdı.
Ben genellikle ödev olarak verilen altı sayfanın ilk ikisini çalışmış, üçüncü ve dördüncüyü bir kez okumuş, son iki sayfanın ise başlıklarına bile bakmamış olurdum.
Bu sebeple ortaokul yıllarında tarih derslerini olasılık hesapları yaparak ve öğretmenlerin davranış kalıplarını çözmeye çalışarak geçirdim. Tahtaya beni kaldırmaması için kendimden fazlasıyla emin mi görünmeliyim yoksa başka şeyle ilgileniyor gibi mi yapmalıyım? Parmak kaldıranlardan mı seçiyor yoksa kaldırmayanlardan mı? Geçen hafta beni kaldırmıştı zaten, öyleyse bu hafta zor, ben yine de parmak kaldırsam mı? Ya unuttuysa? Belki de son sayfalar bu ders yetişmez. Ya yetişirse, ben en iyisi çaktırmadan son sayfaları birkaç kez okuyayım.
Sanırım bu sınıfın çoğu için geçerliydi. Çalıştığımız konuda tahtaya kalkıp anlattığımızda ya da çalışmadığımız bir hafta tahtaya kalkmayıp yırttığımızda kendimizi aynı derecede başarılı hissediyorduk. Tarih zaten yaşanmış bitmiş bir şeydi ve anlaşılacak ya da üzerinde düşünülecek bir tarafı yoktu. Ezberlenir, sınavdan sonra da unutulurdu.
Hal böyle olunca çoğumuz 1071, 1453 ve 1923 dışında pek de bir şey hatırlamıyoruz tarihle ilgili. Zorlarsak belki 1402 Ankara Savaşı, bir de 1517 Mercidabık. Yoksa Çaldıran mıydı o? Eveeet burada internet joker hakkımı kullanıyorum ve Google’a soruyorum. Ridaniye diyor. Hata bende, çok zorladım. 1402 iyiydi, orada bırakacaktım.
Hadi kendi tarihimizle ilgili durum bu, peki ya Avrupa tarihi? Orada pek rakam da yok. Bildiklerimi iki cümleyle özetleyebilirim:
1- Avrupalılar hepsi Hıristiyan ve hepsi bize gıcık olduklarından, teke tekte karşımıza çıkmaya da cesaret edemediklerinden birleşip Haçlı ordularıyla geldiler üzerimize.
2- Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Zaten savaşa da bize sığınmış olan iki Alman gemisi, işleri güçleri yokmuş gibi, gidip Rusya’yı bombalayınca girmek zorunda kalmıştık.
Tabi derslerde “Aman öğretmen beni tahtaya kaldırmasın” diye dua ederken ya da sınava birkaç gün kala, o otuz sayfayı ve içinde geçen tarihleri ezberlemeye çalışırken insanın aklına “Ya arkadaş böyle saçma sebep mi olur? Almanlar bizim babamızın oğlu mu? Bize ne onların gemilerinden? Niye girmişiz gerçekten biz bu savaşa? ” diye sormak gelmiyor.
En azından benim aklıma gelmiyordu. Durum böyleyken, eğer o sıralarda bunları sorgulayanlar vardı ise aranızda, yürekten tebrik ediyorum. O zamanlar benim bunun gibi şeylere kafa yormaya başlamama uzun yıllar vardı.
“Fransızca, İspanyolca ya da İtalyancadan birini bilen bir kişi diğer iki ülkede de kelimeleri tanıyabiliyor, tabelaları okuyabiliyorken nasıl oluyor da komşu iki ülke olan Almanya ve Fransa’nın dilleri bu kadar farklı olabiliyor?” diye sormam için mesela, başlangıç seviyesi Fransızcamla önce İspanya’ya, oradan da Almanya’ya gitmem, cevabı bulabilmem içinse Roma İmparatorluğuyla ilgili bir kaç şey okumam gerekti.
Dört-beş yıl önce İspanyolca öğrenmeye başladığımda Perulu hocamızın ilk söylediği şeylerden biri Brezilya hariç Güney Amerika kıtasındaki ülkelerin tamamında İspanyolca konuşulduğuydu. Venezüella’dan Arjantin’e 6500 kilometre uzunluğunda bir kıtadan bahsediyoruz. Doğrusu ilk duyduğumda süper bir bilgi gibi gelmişti. Tek bir dil öğrendikten sonra koca kıtayı istediğin gibi gez. Oh mis. Ama arkasından şu soru takılmıştı aklıma: Koca bir kıtaya yayılmış, birbirinden binlerce kilometre uzakta yaşayan, farklı etnik kökenlerden insanları, kendi anadillerini bırakıp İspanyolca konuşmaları için kaç nesil boyunca dövmek gerekir?
Birkaç hafta önce, Noel pazarlarının altını üstüne getirmek amacıyla çıktığımız Almanya seyahatinin son durağı Berlin oldu. Yıllar önce ziyaret eden bir arkadaşımın “Çok hüzünlü bir şehir. Yaşanan acılar şehrin her yerine öylesine sinmiş ki hissetmemek mümkün değil” diye bahsettiğini hatırlasam da bir elimizde sıcak şarap, diğerinde çikolatalı krep, Noel pazarındaki birbirinden sevimli tezgahlar arasında koştururken, ne yalan söyleyeyim, bahsettiği o acıyı hissetmedim. Duvarın kalıntılarının bulunduğu bölgeye ya da herhangi bir müzeye gitmememizin de etkisi olmuştur muhtemelen.
Evet, gördüğüm diğer Alman şehirlerinden biraz daha soğuk, biraz daha kasvetli. O ışıl ışıl Noel süslerinin arkasına saklanmış da olsa belli oluyor bu. Ancak çok iyi bir sebep olursa ikinci kez gidilecek bir şehir… Muhtemelen böyle anlatıyor olacaktım şimdi size Berlin’i, son gün tesadüfen aldığım Duvarın Hikâyesi adlı o küçük kitap olmasaydı.
Döneli bir hafta oldu ve uçakta okumaya başladığım kitap hâlâ elimden düşmüyor. İçinde kişisel hikâyelere ve dramatik anlatıma yer verilmemiş; fotoğraflar, belgeler, rakamlar ve liderlerin konuşmalarından alıntılarla dolu, yazılı belgesel gibi bir kitap. Buna rağmen yaşanan trajedi o kadar büyük, o kadar gerçek ki okurken uzun zamandır ağlamadığım kadar ağladım. Uykuya, duvarı aşmaya çalışırken ölen insanların hikâyelerini okuyarak dalınca tabii, birkaç gecedir, gecenin bir yarısı peşimdeki askerlerden kaçmaya çalışırken nefes nefese uyanıyorum.
Durun, kapatmayın sayfayı. Niyetim bunlardan uzun uzun bahsedip sizin de içinizi karartmak değil. Özellikle de yeni yılın ilk günleriyle birlikte içinde bulunduğumuz bu büyük umutlar, güzel dilekler döneminde. Beni şaşırtan bazı bilgileri paylamak istiyorum sizinle 1945–1989 yılları arasında Almanya’da yaşanan bu enteresan dönemle ilgili.
Peki. Hazırsanız başlayalım. Kim Milyoner Olmak İster yarışmasındasınız ve jokerleriniz tükenmiş. Soru şu: Yukarıdan bakıldığında Berlin duvarı neye benziyordu?
A. Doğu-Batı doğrultusunda uzanan bir çizgi
B. Kuzey–Güney doğrultusunda uzanan bir çizgi
C. Kabaca üçgene benzeyen kapalı bir eğri
D. Çarpı işareti
Şıklardan gidelim. D şıkkını seçtiyseniz zaten sorun tarihsel değil geometriyle ilgili. Tarihlerini detaylı bilmeseniz de sizin de benim gibi Doğu Almanya–Batı Almanya ayrımını duymuş olma ihtimaliniz yüksek. Doğrultu kelimesiyle de aşinalığınız varsa A şıkkını geçip B şıkkını seçtiğinizi söyleyebilir miyiz? Eğer öyleyse siz de benim gibi yanıldınız.
155 kilometre uzunluğundaki Berlin duvarı aşağıdaki haritada mor çizgiyle gösterildiği gibi kabaca üçgene benzeyen kapalı bir eğriydi.
Şöyle bir soruyla devam edelim: Duvarın yapılmasıyla yıkılması arasında geçen 28 yıl boyunca, duvarla çevrili bölgeden dışarı kaçmaya çalışırken kaç kişi hayatını kaybetmiştir?
A. 136
B. 1854
C. Sıfır
Eğer 136 ya da 1854 dediyseniz siz de benim gibi çuvalladınız demektir. Cevap sıfır çünkü duvarı aşmaya çalışırken kaza geçiren ya da vurularak ölenlerin hepsi o duvarla çevrili bölgenin içine girmeye çalışıyorlardı.
Evet, ben de çok şaşırmıştım.
Her şey 1945 yılında, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmasıyla başlıyor. Savaşın galibi ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa Almanya’nın topraklarını dörde ayırarak, her biri bir bölgeyi yönetmeye başlıyor. Berlin Sovyetler Birliği’nin kontrol ettiği bölge içinde kalmasına rağmen başkent olması nedeniyle kendi içinde o da dörde bölünüyor. Ortaya çıkan harita şöyle bir şey.
İşgal kuvvetleri 1945 yazında Postdam şehrinde yaptıkları toplantıda Almanya’nın Nazi etkisinden arındırılmasının ardından bu dört bölgenin ekonomik ve idari olarak en kısa sürede tekrar birleştirilmesine karar vermiş olsalar da Amerika ile Sovyetler Birliği arasında başlayan ve Soğuk Savaş adı altında uzun yıllar devam edecek olan bilek güreşi nedeniyle bu gerçekleşmiyor.
1949 yılında ABD, Fransa ve İngiltere’nin kontrolündeki bölgeler Almanya Federal Cumhuriyeti bayrağı altında birleştirilip çok partili demokrasiyle yönetilen bir devlet oluşturuluyor. Eş zamanlı olarak Sovyetler Birliği de kendi kontrol ettiği bölgede tek partili sosyalist bir sistemle yönetilen Almanya Demokratik Cumhuriyetini kuruyor. Böylece Doğu Almanya ve Batı Almanya olarak bildiğimiz devletler ortaya çıkıyor ve 40 yıl sürecek bir ayrılık dönemi başlıyor. Berlin de tabii Doğu Berlin ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmış oluyor. Her ne kadar fiziksel olarak Doğu Almanya’nın ortasında yer alsa da Batı Berlin, Batı Almanya’nın bir şehri olarak varlığını sürdürüyor.
Kırmızı mavi, uyumlu renklerde hoş bir resim gibi görünse de işin iç yüzü pek öyle değil. Doğu Almanya olarak ayrılan bölgede o güne kadar Almanya bayrağı altında yaşamış olan insanlar, özellikle de genç ve eğitimli olanlar, bir anda Stalin tarafından yönlendirilen bir diktatörlüğün bayrağı altına girmeyi kabullenememişler. Temel gıda maddelerine erişmekte zorluk çeken, varlıklarına devlet tarafından el koyulan, siyasi özgürlük alanları kalmayan insanlar Batı Almanya ile birleşip yeniden tek devlet olma talebiyle defalarca ayaklanmışlar ancak her seferinde karşılarında daha fazla sayıda Sovyet tankı bulmuşlar.
Hal böyle olunca her yıl yaklaşık iki yüz bin kişi daha iyi yaşam koşulları ve özgürlük için Batı Almanya’ya kaçmaya başlamış. İlk birkaç yıl sınırı geçmek daha kolay olsa da gidişattan hoşnut olmayan Doğu Almanya’nın 1952 yılında sınırı kapatmasıyla her şey değişmiş. Sınırı kapatmak derken iki ülke arasındaki genişçe bir kapının kilitlenmesinden değil, iki Almanya arasındaki 1393 kilometrelik sınırın tel örgüler, demir çitler ve betonla kapatılıp çevresine de gözetleme kuleleri, mayınlı bölgeler ve tuzaklar yerleştirilmesinden bahsediyorum.
Demir perde olarak da anılan bu yapı Soğuk Savaş yılları boyunca Doğu (Sovyet) Blokunu 1989 yılındaki yıkılışına kadar ABD liderliğindeki kapitalist Batı Blokundan ayıracaktı. Böyle blok falan diye bahsedilse de ayırdığı şey aslında insanlardı.
Doğu Almanya’da sosyalizmi uygulamaya başlarken yöneticilerin ilk yaptıkları şey insanların arazilerine ve varlıklarına devlet adına el koyup, bunları daha adil olduğunu düşündükleri şekilde yeniden dağıtmak olmuş. Bu, özellikle bazı insanlarda büyük öfke yaratsa da attıkları ikinci adım uzun vadede çok daha kötü sonuçlar doğurmuş. Bu adım tam on bir bin küçük ve orta ölçekli işyerinin kamulaştırılması olmuş. Bazıları dünya çapında tanınmış markaları ve ürünleri olan bu fabrikalar bir gecede devletin uygun gördüğü ürünleri devletin uygun gördüğü miktarlarda üreten kamu işletmelerine dönüşmüşler. Bazıları kapatılmış, bazılarının makinelerı sökülüp başka yerlere taşınmış. Tabii sonuçta rekabet kalmayınca verimlilik de kalmamış, yenilikçi ürünler ve çeşitlilik de zamanla azalmış. Bu renksiz ürünler iç piyasada mecburen tüketilse de tabii ki yurtdışına ürün satmak bir hayal olmuş ve bu da yıllar içinde ekonomiye ciddi bir darbe vurarak gidişatı daha da kötüleştirmiş.
Bugün Almanya’nın dünyaca ünlü markalarının çoğunun eski Batı Almanya sınırlarındaki şehirlerde kurulu olması tesadüf değil yani. Mercedes fabrikası Stuttgart yerine Berlin’de olsaydı neler olurdu düşünsenize. Rakiplerine göre kırk yıl kaybetmiş bir Mercedes. Muhtemelen “Abi Mercedes’e o kadar para verilir mi hiç? Üç kuruş fazla ver de bir Opel al bari.” gibi şeyler söylerdik birbirimize.
Neyse, 1950’lere dönersek… Berlin o sırada yönetim bakımından ikiye bölünmüş olsa da tek bir şehirdi ve doğu tarafından metroya binip birkaç durak sonra batıda inmek mümkündü. Bu durumun Sovyetler Birliğini ne kadar rahatsız ettiğini o zamanki büyükelçi şu sözlerle ifade etmiş: “Berlin’in sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasında kontrolsüz bir geçiş olarak durması, insanların istemeden de olsa, iki taraf arasında, maalesef her zaman Doğu Berlin lehine sonuçlanmayan kıyaslamalar yapmalarına imkân vermektedir.”
Yani diyor ki bu insanlar Batı Berlin’e geçip oradaki mağazaları, restoranları, kıyafetleri, arabaları gördükleri sürece biz onları burada tutamayız. Nitekim öyle de olmuş. Sınırın kapanmasının ardından Berlin’in batıya geçmek için tek çare olarak kalmasıyla birlikte insanlar her yıl daha da artan sayılarda Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçmeye başlamışlar. Burası benim kafamı en çok karıştıran nokta olmuştu. Batı Berlin zaten Doğu Almanya ile çevrili küçük bir yer değil miydi? Nasıl alıyordu her yıl bir kaç yüz bin göçmeni? Batı Almanya ile arasındaki hava koridoru sayesinde. Batı Berlin’e geçen göçmenler buradan hava yolu ile Batı Almanya’daki şehirlere geçiyorlarmış. Hatta Batı Almanya bu göçmenlerin hepsine iş ve yer sağlayamayınca bazıları Batı Almanya üzerinden ABD’ye geçip oraya yerleşmişler.
1961 yılına kadar Doğu Almanya nüfusunun yüzde yirmisi yani yaklaşık üç buçuk milyon kişi ülkeyi terk etmiş. Bu insanların çoğu batıda daha iyi iş imkânları bulup daha iyi bir gelecek kurma umudu olan genç ve eğitimli insanlar olunca Doğu Almanya zor bir karar vermek durumunda kalmış. İşgücü kaybına bağlı muhtemel bir ekonomik çöküş ya da ne pahasına olursa olsun bu beyin göçünü durdurmak.
Soruyla devam edelim mi? Sizce Berlin Duvarının inşasına, Doğu Almanya Cumhuriyeti yöneticilerinin “Kimsenin bir duvar örmeye niyeti yok” açıklamasını yapmasından ne kadar zaman sonra başlanmıştır? 28 ay mı, yoksa 28 gün mü?
Sanırım bu sefer doğru tahmin ettiniz. 15 Temmuz 1961 de yapılan açıklamadan sadece 28 gün sonra, 13 Ağustos sabahı sokağa çıkan Berlinliler yaşadıkları şehri 28 yıl boyunca ikiye ayıracak o dikenli telin çekilişine şahit olmuşlar.
Dikenli telin çekilmesiyle birlikte iki taraf arasında çalışan metro ve tren seferleri de durmuş, aradaki telefon hatları kesilmiş. Birbirinden birkaç sokak uzakta oturan akrabalar için iletişim kumanın tek yolu o zaman henüz çok yükselmemiş olan basit duvarın ya da dikenli telin iki tarafından birbirlerine el sallamakmış. Aşağıdaki fotoğrafta Batı Berlin’de evlenen gelin ve damat duvarın diğer tarafındaki akrabalarına el sallıyorlar.
Tabii hemen önlem alınmış. 28 Ağustos tarihinde Doğu Berlin polisine “Ulusal sınırlarımız yakınındaki bölgelerde dışarıyla, konuşmak ve el sallamak da dahil her türlü iletişim kurulması, mektup ya da hediye alışverişinde bulunulması kesinlikle engellenecektir.” şeklinde bir emir verilmiş.
Bu fotoğrafı muhtemelen hepimiz biliyoruz. Dikenli telin çekilmesinden sadece iki gün sonra Batıya kaçan ilk sınır nöbetçisi. O zaman 19 yaşında olan bu asker, daha sonraları neden böyle bir şey yaptığı sorulduğunda şöyle cevap vermiş: “Anne babasıyla birlikte Batı Berlin’de yaşayan ve birkaç gün önce Doğu Berlin’e büyükannesini ziyarete gelmiş olan bir kızın telleri geçip birkaç metre ilerde bekleyen ailesinin yanına gitmesine izin verilmediğine şahit oldum ve bu beni çok etkiledi.”
Bu yaşadıklarının ne kadar etkisi olduğunu bilemeyiz ancak kendisi 1998 yılında 56 yaşında kendi hayatına son vermiş.
Şehrin ikiye ayrılması kimi zaman ortaya çok garip durumlar da çıkarmış. Çizilen sınır dolayısıyla Bernauer Strasse (Bernauer Caddesi) üzerindeki binaların ön cephelerinin Doğu Berlin’e, arka cephelerinin Batı Berlin’e bakıyor olması gibi. Durum böyle olunca bir süre bu binalar batıya açılan bir kapı olarak kullanılmış.
Yukarıdaki fotoğrafta 77 yaşındaki bir kadın ikinci kattan, itfaiyenin gerdiği brandaya atlayarak batıya kaçıyor. (İnternette bu atlayışın bir kaç dakikalık video görüntüleri de var. “Bernauer strasse 1961 escape” şeklinde ararsanız bulabilirsiniz.) Peki Doğu Almanya yönetimi kayıtsız mı kalmış? Elbette hayır. “Kimse kusura bakmasın, kaçamayın diye bu dikenli tellere dünyanın parasını harcadık, özgürlüğü size yedirtmeyiz” demiş ve cadde üzerindeki tüm binaları boşaltıp, pencereleri tuğla ile ördürmüşler.
Sonrası insanların tellerden atlayarak, tünel kazarak, arabaların içlerine yaptıkları bölmelere saklanarak batıdaki arkadaşlarının ve akrabalarının yanına kaçma çabaları. Başarılı olanlar, yakalanıp yıllarca hapis yatanlar, son birkaç adımda kurşunlarla ölenler ve diğer yanda her seferinde sayısı arttırılan nöbetçiler, ağırlaştırılan cezalar, biraz daha yükseltilip güçlendirilen, hendeklerle ve tuzaklarla desteklenen duvar.
Kaçışlar demişken, beni çok etkileyen bir kaçış hikayesinin kahramanları yaş ortalaması oldukça yüksek olan bir ekip. “Doğu Almanya’da gömülmek bile istemiyorum” diyen 81 yaşındaki liderleri ve onun gibi düşünen çoğu altmış yaşının üzerindeki on bir arkadaşı, on altı gün boyunca, günde on dört saat aralıksız kazdıkları otuz iki metre uzunluğundaki tünelden geçerek 5 Mayıs 1962de Batı Berlin’e ulaşmışlar. İç yüksekliği çok daha az olan bir tünel pekala işlerini görebilecekken neden 175 cm yüksekliği olan bir tünel kazdıkları sorulduğunda şöyle cevap vermiş içlerinden biri: “Özgürlüğe eşlerimizle birlikte, rahatça ve başımızı eğmeden yürümek istedik.”
Burada özgürlük kelimesi çok önemli. Bunları yazarken o dönemi yaşamış, duvarı evde diktikleri balonla, çatılar arası gerdikleri iplerle ya da evde yaptıkları basit hava araçlarıyla geçen onlarca kişiyle yapılmış röportajları okudum, izledim. Hepsinin söylediği ortak bir cümle vardı: “Batı Berlin’e ayak bastığım an sevinç çığlıkları attım çünkü artık özgür bir insandım.”
Kapitalizmin içimize sinmeyen çok tarafı var, kabul. Bir taraftan her biri midemize, dişlerimize, beynimize ayrı ayrı zararlı olan sitrik asit, karbondioksit ve şekeri, içeriğini açıklamadığı başka kimyasallarla karıştırıp bize içirirken diğer taraftan sosyal sorumluluk adı altında duygularımızla oynamasına sinir oluyorum mesela. Hiç ihtiyacımız olmadığı halde o yeşil kazağı alırsak bir anda çok mutlu olacakmışız illüzyonuna çoğumuzu sokabilmesine de. En kötüsü de düşük maliyetler başlığını hafifçe kaldırıp altına baktığımızda kötü şartlarda çalışan işçiler, hatta çocuk işçiler görüyor olmak. Neyse, bu konu zaten apayrı. Diyeceğim odur ki, kapitalizmin böyle tarafları olduğu halde her yaştan onca insan arkasına bakmadan, ölümü göze alarak Doğu Almanya’dan kaçmışsa kimse kalkıp bana “Sosyalizm bir melekti yavrum” falan demesin.
Son bölüm. Duvarın yıkılışı. Tıpkı yapılışı gibi o da bir anda oldu ve tamamen ekonomik sebeplerle gerçekleşti. Vadettiği ütopyayı gerçekleştirmek için paraya ihtiyacı olan ve rekabetçi ürünler üretemediğinden bu parayı ticaretten kazanamayan Doğu Almanya, Sovyetler Birliğinin desteğiyle ayakta durabiliyordu. Ülkeye para girişi sağlamak için, hapishaneleri ağzına kadar dolduran siyasi tutukluları Batı Almanya’dan kişi başı elli bin dolar alarak özgür bıraktıkları bir dönem bile olmuş. Batıdan borç al, bu paranın beş yüz milyon dolarını her yıl duvarı güçlendirmeye harca, kaçmaya çalışanları hapse at, sonra para karşılığı serbest bırak. Böyle bir döngünün, uzun süre devam edemeyeceği belliymiş. Nitekim etmedi de. 7 Ekim 1989’da, 40. Yıl kutlamaları sırasında yöneticilerin yaptığı
“Doğu Almanya sonsuza kadar var olacaktır” açıklamasından sadece 32 gün sonra benim kuşağımın hayal meyal de olsa hatırladığı o görüntüler yaşandı ve binlerce insan bir gecede duvarı aştı.
Evet, bu anlattıklarımın hepsi Almanya’da yaşandı. Alman sınır polisleri Alman vatandaşlarını Almanya’ya kaçmaya çalışırken vurdu. Alman aileleri parçalandı, Alman mühendisler, doktorlar, öğretmenler tüm hayatlarını, evlerini arkada bırakıp kaçtılar. Kendilerine ait olmayan bir sisteme baş kaldırdıkları için yıllarca tutuklu kalanlar yine Alman vatandaşlarıydı. Ama tüm bunların aslında onlarla bir ilgisi yoktu. Almanlar için vatan olan Almanya, Sovyetler Birliği ve ABD için yalnızca bir oyun alanıydı. Kendi ideolojilerinin daha üstün olduğunu kanıtlamaya çalıştıkları. Filler ve çimen…
Sovyetler Birliği istese Batı Berlin’i duvarla çevirmek yerine işgal edemez miydi? Kolaylıkla edebilirdi. ABD, kendine bağlı bir bölgenin Sovyetler Birliği tarafından duvarla çevrilmesine engel olamaz mıydı? Elbette olabilirdi ama olmadı çünkü Berlin her ne kadar iki taraf için de kendi ideolojisinin daha iyi olduğunu ispatlamaya çalıştıkları bir oyun alanı olarak önemli olsa da nükleer silahları karşılıklı ateşlemeyi göze alacakları kadar da önemli değildi.
Bunları öğrendikten sonra Berlin’i farklı bir gözle tekrar gezmek için can atıyorum. Böyle bir seyahati duvarın yıkıldığı tarih olan 9 Kasım’a denk getirmek ve anma törenine katılmak en güzeli olur. Süper bir otel de buldum. Doğu Almanya’da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tabii ki bilemeyiz ama en azından o zamanın tarzıyla ve gerçekten Doğu Almanya Cumhuriyetinde kullanılmış eşyalarla döşenmiş bir otelde kalıp o havayı solumak isterseniz Ostel doğru adres olacaktır.
Türkçesi yok ama https://www.ostel.eu/en/index.html adresinden İngilizce olarak detaylarına bakabilirsiniz.
Hatta en güzeli ne olur biliyor musunuz? Böyle bir Berlin seyahatini Çek Cumhuriyeti ve Polonya’dan bir kaç şehir ile birleştirip bir zamanlar demir perde ülkeleri – komünizmin izinde diye bir gezi yapmak.
Biz Almanya içinde Dresden’den Berlin’e giderken bindiğimiz tren her zamanki temiz, yeni ve hızlı Alman trenlerinden çok farklıydı. Tüm tren 6 kişilik kompartımanlara bölünmüştü, dekorasyonda tercih edilen renkler ise soluk mavi ve griydi. Üstelik kalorifer peteğine benzeyen şey de Aralık ayında var gücüyle soğuk hava üflüyordu. Kontrol düğmesinin çalışmadığını görünce komşu kompartımanlara baktık, onlarda da durum aynıydı. Yapacak bir şey olmayınca berelerimizi taktık, atkılarımızı sarıp oturduk. Bir ara ısınmak için koridor boyunca yürürken trenin bir dönem Doğu Bloku ülkesi olan Çek Cumhuriyeti tarafından işletildiğini ve Budapeşte–Hamburg arası çalıştığını gösteren aşağıdaki tabelayı gördük.
Diyorum ki buradan Budapeşte’ye uçup, oradan her şehirde bir iki gece kalacak şekilde Bratislava, Prag ve Dresden üzerinden Berlin’e bu tren ile gidilebilir. Böylece yaklaşık 900 kilometrelik yolu dört güne bölmüş oluruz.
https://czech-transport.com/index.php?id=10037
Berlin’den Polonya zaten 60 kilometre. Orada hangi şehirler görmeye değer bilmiyorum ama artık o da yarım saatlik araştırmaya bakar. Bir alternatif de Dresden’den Polonya’ya geçip dönüşü Berlin üzerinden yapmak olabilir, uçak bileti fiyatlarına bağlı olarak.
Bu arada Prag’da komünizm müzesi ve nükleer saldırı durumunda kullanılmak için hazırlanmış sığınakların gezildiği turlar olduğunu biliyorum. Berlin’de de duvarın kalıntılarını gördükten sonra DDR Museum (Doğu Almanya Cumhuriyeti müzesi) ve Allied Museum (Müttefik kuvvetler müzesi) gezilebilir.
Bazen bir anda karar verip çıktığım yolculukları, döndükten sonra anlatırken bana en çok sorulan soru “İyi de nasıl planlıyorsun bunları?” oluyor. İşte böyle, buyurun dumanı üzerinde bir seyahat planı. Aceleye getirirseniz bir hafta, daha geniş gezerek on gün sürecek, doğru yerlere bakarsanız çok şey göreceğiniz bir tur. Bir kaç saat önce yazıyı toparlamak üzere masanın başına oturduğumda aklımda bunların hiçbiri yoktu. Şimdiyse içim yine kıpır kıpır.
Böyle bir geziyi gerçekten unutulmaz kılmak istiyorsanız fotoğraftakine benzer kıyafetler giyip karşınıza sık sık çıkacak gri, karamsar binaları da arka fon yapıp ortamın karamsarlığına inat neşeli pozlar verebilirsiniz. Neşeli derken dudakların büzülüp, kameraya uzanan parmakların zafer işareti yaptığı pozu kastetmiyorum. Aman diyeyim.
Eğer bu ilginç gelmediyse, yolculuk boyunca çektiğiniz tüm fotoğrafları o günlerin renksizliğine uygun bir şekilde siyah beyaz çekebilirsiniz. Bu söylediklerim şu an çok anlamlı gelmiyor olabilir, farkındayım ama o trene bindiğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Özgür kalın.
Referanslar
Tarihi kişilere ait, tırnak işareti içinde yazdığım ifadelerin çoğunu Hans Hermann Hertle tarafından yazılmış olan The Berlin Wall Story, Biography of a Monument kitabından (ISBN 978-3-86153-650-5) aldım. Konuyla ilgili daha fazla detay ve yüzlerce fotoğraf için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Bazen bir görüntü bin kelimeyle anlatılamayacak şeyler anlatabilir. Youtube’da bulabileceğiniz şu iki belgesel gibi:
Life Behind the Wall
https://www.youtube.com/watch?v=L_gFH3c3GiI
The Berlin Wall: Construction to Destruction
https://www.youtube.com/watch?v=4d-rla4z70o
Good Bye Lenin (Elveda Lenin)
https://www.beyazperde.com/filmler/film-52715/elestiriler-beyazperde/
https://www.imdb.com/title/tt0301357/?ref_=nv_sr_1
2003 yapımı bu film, Doğu Almanya’da yaşarken komaya giren annesi, duvarın yıkılışından aylar sonra uyanan bir gencin hikâyesini anlatıyor. Dram değil, komedi ağırlıklı. İzleyin
Belin duvarının şeklini gösteren ilk haritayı https://360.here.com/2014/11/06/fall-wall-missing-pieces adresinden, bölünmüş Almanya’yı gösteren sonraki haritaları ise wikipedia ve wikia sitelerinden aldım. Doğu Almanya’da çekilmiş renkli fotoğraf ise https://www.dw.de/socialism-in-color/a-17521260 adresinden.