Nazilli’de on beş yıl, çiftlikte on… Hayatınızda pek çok şeyi değiştiren süreler bunlar: doğru bildikleriniz, sofranız, selamlaşmanız… Sevme, anlama halleriniz bile değişiyor. Merak ediliyor ya hani “Nasıl oralarda yaşam” diye. Yoğun; maalesef buralarda da hayat epey yoğun. Hem de çok yoğun.
“Tarlamdan biberimi koparayım, akşam dostlara meze edeyim.” halleri ancak Ege sahillerini mesken tutarsanız mümkün ki bu da çok güzel bir tercih; imkanı olana kesinlikle öneririm ama Anadolu’nun birazcık içine girerseniz, yani daha doğrusu emekliliği değil üretimi seçerseniz dur durak bilmeden çalışmanın gerçek anlamını da görmüş olursunuz. İlginç ve güzel yanı şu ki şehirde sekiz saatlik çalışma bünyeyi tarumar ederken buradaki çalışma stres getirmez. Sıkıntı yaratmaz. Sizi germez. Yorar ama o yorgunluk “Bıktım bu hayattan” şeklinde olmaz. Neşe, gırgır, şamata dolu bir koşturmacadır burada hayat; sonrasında yatağa uzan, küt diye uyu. Burası Anadolu…
Sefer, benim komşum. Aynı zamanda çiftliğin ilk gününden beri dikimlerimizin şefi. Planlayan da odur, gerçekleştiren de… Yedi kuşaktır çiftçi olan bir aileden gelen çalışkan, durmak, yorulmak bilmez gerçek bir toprak aşığıdır kendisi.
Sefer ile aynı yaştayız: Kırk yedi. Kalkar her sabah saat beşte, çalışanları toplar, doğru tarlaya… Ciddi anlamda “zor” bir tarımın peşinde, sizin sofranıza vicdanımız rahat, gururumuz pek halde sunacağımız mahsulün peşinde eziyor kendini. Bedenine, dayanma gücüne insanüstü biçimde meydan okuyor. Tarlalara giden yola gün doğmadan giriyor, dönüşü çoğu kez gece yarısını buluyor. Dönmediği, orada yattığı da çoktur.
Sabah 5’ten öğlen 2’ye kadar kadınlardan oluşan koca bir ekip ona eşlik ediyor. O tarlanın ya da bu tarlanın çapası, toplanması, otların yolunması rutin iş… Bir kuşluk kahvaltısı, bir de öğlen yemeği şeklinde iki kez ara verirler. Zaman kıymetli… Sabah 10’a kadar tarladan size gidecek ürünler kilolarına göre toplanması ve bunların hızla çiftliğe, paketlemeye ulaşması lazım. Sonrasında biz devam ederiz zamanla yarışmaya ama onun işi de öyle bitmez.
Alttan filizleri kırmak, gübresini karmak, suyunu vermek derken gün Sefer’e yetmez. Traktörün üzerinde bir spot lamba ile gece devam… Gece yarısı devam… Tarlada uyu, eve bazen gel, bazen gelme, hiç durmadan devam… Yine de ben Sefer’in ağzından bir kez “Bıktım, ettim” lafı duymadım. Strese girdiğini görmedim. Çocukları Derya ve Ertuğrul’a, eşi Fatma’ya sesini yükselttiğini de bilmem hiç -ki onun çocukları da türlü ergenlik vakaları ile karşısına çıkmıştır çokça.
“Temiz hava, korna gürültüsü olmaksızın yaşam” falan değil bu sadece… Doğayı izlemek, doğanın gücüne saygı duymak, onu takip etmek biraz da… Sefer biliyor ki her kışın arkasından mutlaka yaz gelecek. Her ne çıkarsa çıksın karşısına yenecek, yenilecek, “Her şey insanlar için” diyebilecek bu ruhu sağlam, bakışı olgun, aklı, havsalası dayanıklı adam. “Bir CEO’dan alınacak hayat dersleri” falan diye dergiler karıştırılıyor ya… Hani belki de o kadar uzağımızda değildir alınacak dersler…
Sefer’in ailesi benim ailem oldu yıllardır. Kocaman bir ailenin eşit fertleri olduk ya da hepimiz. Bir kilit yok kapılarımızda. Bir mülkiyet ayrımı, sakınımı, şu, bu; keza çocuklarımızda da… Sefer’in çocukları benim kızımın ağabeyi, ablası oldu tüm bu çiftlik döneminde. Eşi Fatma; İpek’in ikinci annesidir. Diğer tüm çocuklar; çiftliğin bütün çocukları, genç erkekleri, genç kızları… Her birine ortak bir sevgi ile kol kanat gerdik. Beraber okudular, beraber oynadılar, beraber öğrendiler, kardeş oldular, aynı güzel kaderin ortakları oldular. Hep sorulur bana “Anadolu iyi güzel de, çocuk için nasıl?” falan diye. Hani bunu nasıl anlatsam bilmiyorum ama büyük şehirlerdeki gibi “Aman benim çocuğum.” diye panik yapılmaz, “Süper benim çocuğum.” diye puta tapar gibi çocuğa tapılmaz burada. Çocuk burada “bireydir”; bir topluluğun sağlam, hakiki ve farkındalığı yüksek bir parçasıdır; içine kapanmaz, kapıyı çalar, anlatır, dinler. Onun derdi sadece ona ait kalmaz; içinde yaşadığı topluluğun derdi olur. Birbirlerinden güç bulurlar, o yetmezse biz büyüklerden alırlar, her ne varsa yaşar, atlatırlar. Ağlayanı, zırlayanı çoktur ama depresyona girene henüz şahit olmadım.
Kahvaltı bizde ise akşam yemeği mutlaka komşudadır; düzen burada böyle işliyor. Öyle hayal edildiği gibi seksen çeşitli köy kahvaltısı ya da ne bileyim şehir tarzı başlangıçlı, ara sıcaklı akşam yemeği de olmaz buralarda. O tarz kahvaltılar da zaten ne Anadolu’da, ne de Van’da olur. Rumeli Hisarı/Cihangir efsaneleridir bunlar…
Kırk yılda bir, hafta sonları falan “sofralar şenlensin” şeklinde kahvaltı yapılır mı? O da yapılır elbette. Ama gündeliğe baktığınızda, bir tabağa bolca koyulmuş, üzerine yine bolca zeytinyağı ve toz biber serpiştirilmiş keşi (yoğurt suyunun kestirilmesi ile yapılan bir tür lor peyniri. Tazedir.), minicik doğranmış domates, yeşil biber, keyfe göre taze soğan ya da incecik kıyılmış maydanoz ile karıştırıverirsiniz. Alın size öz, hakiki Ege kahvaltısı. Karabuğdaydan yufka kopartırsın, bir de yumurta olsa yanında kafi… İçtiğimiz de çaydır; çünkü çay candır.
Öğle yemekleri bir tas çorba, o da ekseriyetle tarhana; hava çok sıcaksa soğuk ayran aşı, eğer yüksek enerji gerekiyorsa haşlanmış buğdaya bir kaşık pekmez karıştırma çaresi… Olmadı iki tane fırınlanmış patatese de evet diyoruz. Ya da bir patlıcanı fırına atıp, sonra bol kuru soğan ile yufkaya sarıp üzerine keş döküyoruz. Basittir, mütevazidir ama harika bir şeydir.
Keyfimiz ve vaktimiz varsa akşam yemeğine az biraz daha özenilir: Kesme erişteli mercimek yemeği, yanına da bir kase buz gibi taze yoğurt yetiyor da artıyor. Sıkılırsan bir gün dolma, bir gün karışık sebze güveci, dönüşümlü fasulye, bezelye, enginar, kabak, şu, bu. Hayalleri yıkmış olabilirim. Çiftliğin sıradan bir iş gününde, beş yüz küsur ürün size hazırlansa da mutfaklar sağ olsun “sayılı pişirdik” diyerek bize pek bir şey koklatmıyor. Birkaç gün önceden kalan kuru ekmeği kemirdiğimiz çoktur. Gelene, gidene mahcup olmayız, güzel sofra hazırlarız da birkaç kez gelirseniz hep de aynısını beklemeyin. Tarif soruluyor çokça, onu da vereyim ama her gün her gün böyle yaşamadığımızı da başlamadan buraya not düşeyim.
Turşular… Taze, böyle süper bir turşu için patlıcanı dörde bölüp, haşlayıp taze nar suyu ya da bolca dövülmüş sarımsak, zeytinyağı ve limon suyu ile karıştırın. Harika bir lezzet çıkar. Aynı şeyi fasulyeyi, kabağı, yeşil börülceyi haşlayarak da yapabilirsiniz.
Eğer sofrada gençler varsa karbonhidrat gereksinimi artar. Tam buğday unu ile kesilen makarnayı haşlayıp süzeriz. Bolca erimiş tereyağı, dövülmüş ceviz ve tulum peynir ile koyarız. Fena halde de güzel olur ama ben buna dalmamak, kendimi tutmak adına sebze ve salataya kayıyor, nefsim ile mücadele ediyorum. Edemediğim de oluyor ya neyse…
Kızartma oluyor yaz aylarında. Muhakkak zeytinyağında pişer. Zeytinyağında pişirmenin de bir taktiği vardır. Bolca zeytinyağı içine önce patatesler iri iri kesilip atılır, kızartılır. Bu, tavadaki sıcaklığı ortanın biraz üzerinde tutar. Eğer çok ısındığını sezersek altını bir dakika kapatıp yanmasını engelleyebilirsiniz.
Patatesin ardından kabaklar girer. Alt-üst, hop kenara. Sonra patlıcanlar, en son iyice azalıp bitmiş yağın içinde de biberler cızır cızır girer, tabağa alınır. Aynı tavaya azıcık yağ eklenir, sarımsaklar da sarartılır. Üzerine soyulmuş, kuşbaşı domates. Suyunu çeker çekmez bunlar doğrudan kızartmanın üstüne eklenir ve öyle epeyce bir süre bekletilir ki emişsin, tadını alsın. Sonrası karpuza, kavuna kalmış bir durum.
Sebzeler güveç şeklinde ise yanında nohutlu, mercimekli, soğanlı zengin bir bulgur pilavı, bir de ayran.
Dolma-sarma yapılmış ise bol salata… Bol domatesli, soğanlı çoban salata favoridir. Benim vereceğim tarifler de ancak bu kadar oluyor.
Akşam yemeği erken yenir buralarda. Arkasından birer çay kâfi… Yatmaya yakın acıksak da yemiyoruz. “Sağlıklı görünüme kavuşma” mevzusu bende işe yaramasa da benim dışımda herkeste yarıyor. Gün içinde de durmaksızın atıştırıp neredeyse Davarolar ile Hıyartolar’ın tarladaki halini de aşan bir iştah ile salatalık yiyoruz. Yıkama, soyma falan hak getire… Koparttığımız gibi çatır çutur…
Velhasılıkelam, hayatın tadını çok çalışarak, çok gülerek, çok konuşarak, yiyerek ve paylaşarak alıyoruz. Can da boğazdan geliyor, neşe de denge de… Sağlığınız yerinde ise dünya vız geliyor. Zekânız, muhakeme kabiliyetiniz, seçimleriniz, elemleriniz, takıntılarınız, her şey ama her şey… Eğer beden sağlıklı ise ruh da ona eşlik ediyor. Değil ise bunun tam aksi yaşanıyor.
Eksik D vitamini, eksik enzim, protein, mineral, omega 3 falan söz konusu ise bütün bunlar bize çok pahalı bir fatura ile dönebiliyor. Ben bunun için hep söylüyorum: “Bütçeyi düzenlerken bir sepet çöp yerine bir avuç gerçek gıda her zaman en doğru tercih olur.”