Doğum süreci depresyonunu (DSD) anlamak kolay değildir. Bu konuyu incelerken önce bazı şehir efsanelerini çürütmeme izin verin. Bunun ne olmadığını çözdükten sonra ne olduğuna bakabiliriz.
DSD hakkında on bir efsane
- Buna hormon dengesizliği neden olur. Bu teori hâlâ toplumumuzda çok güçlü bir şekilde kabul görmektedir. Bize, her kadının, doğumdan sonra üç gün kadar hormonları büyük bir değişiklik geçirirken kendini üzgün ve ağlamaklı hissetmeyi beklemesi gerektiği söyleniyor. Bu, toplumumuzda kadınların hormonlarının onları delirttiğine dair uzun süredir hâkim olan varsayımın bir yansımasıdır. İster adet öncesi semptomlar olsun, ister gebelikte ruh halindeki dalgalanmalar veya menopoz sorunları olsun, kadınların hormonları cinsel döngülerinde hep sorun sayılmıştır. Kadınların duygusal durumlarının hormonlarını her zaman altüst ettiğine inanan bir toplumda kadınlığın doğasındaki bu zayıflığın kadınlığımızın en güçlü tezahürü sırasında –bir insan yarattığımız ve sadece kendi bedenimizle onu tek başımıza taşıdığımız zaman- daha da artacağını varsaymak akla uygundur. Ne var ki, bu teorinin artık tutar tarafı kalmadı. Kadınların hormonlarını daha iyi anlamaya başladıkça, hormonlarımızın öfke, umutsuzluk ve duygusal değişkenlik kadar neşe, huzur, bağ ve sevgiden de sorumlu olduğunu görmeye başlıyoruz. Kadınlar hormon döngülerini kutlamaya ve bazen onlara eşlik edebilen yılgınlık ve gözyaşları kadar bu hormon değişiklikleriyle bağlantılı olabilen neşe ve sevginin de farkına varmaya başlıyorlar. Pek çok hormon değişikliğinin olduğu doğumdan sonraki ilk üç günün tatsız bir dönem olduğunu mu varsaymamız gerekiyor? Kadınlar “annelik hüznü” yerine “annelik geyiği” yaşıyor olamazlar mı? Emma bunu şöyle betimliyor: “Bebeğimle geçirdiğim üçüncü günü çok net hatırlıyorum. Gerçekten ağladım. Bu beni şaşırttı, çünkü o sırada bir bebek mağazasındaydım ve insanların beni ağlarken görmesini istemiyordum. Fakat ağlarken çok sevildiğimi, çok sevgi dolu olduğumu, çok mutlu, çok sevinçli, özel ve gururlu olduğumu hissettiğimi hatırlıyorum. Çok paramız yoktu ve kocam o güzel sallanan sandalyeyi almamız gerektiğini, çünkü bunu hak ettiğimi söylemişti. Onu gururlandırmıştım ve bana bir şey almak istiyordu. Sadece minnet, sevgi, sevinç ve gurur içinde gözyaşlarına boğuldum. Bu benim “bebek hüznümdü”. Benim bebek hüzünlerim çok hoştu.”
- Depresyona beyindeki kimyasal bir dengesizlik neden olur. Bu modern şehir efsanesi hâlâ çok güçlüdür. Bunu, yanıtın beyindeki serotonin dengesini düzelten ilaçlar olduğuna inanmamızı isteyen ilaç endüstrisi ortaya atmış ve pekiştirmiştir. Gel gelelim, bu her zaman teoride kalmıştır ve henüz araştırmalar bunun doğruluğunu ortaya koyamamıştır. Beynin sinir sistemi kimyası hâlihazırda çok karmaşıktır ve bence yanıtlar bize depresyonun nedenini açıklayacak basit bir “hastalık modeli” sunamayacak kadar karmaşıktır. İlaç endüstrisi antidepresanların etkisini göstermek için araştırmalara para harcasa da, antidepresanların az ve orta seviyede depresyon bağlamında plasebo kadar etkili olduğunu bulan bağımsız çalışmalar bunu doğrulamamaktadır. Ağır depresyonda ilaç kullanmayı destekleyen görece daha çok kanıt vardır. Plasebo etkisinin çok güçlü bir şifacı olduğunu unutmayın –bu “hayal edilen” bir şey değildir. Gerçekten bedende somut ve ölçülebilir bir iyileşme sağlar. Bu zihin-beden bağlantısının mükemmel bir örneğidir.
- Eğer yeterince çabalarsanız kendinizi toplayabilirsiniz. Bence bu inanç moral bozukluğu veya bıkkınlıkla kendini depresif hissetmek arasındaki farkı yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Hepimizin zaman zaman morali bozulur, kendimizi çökkün hissederiz ve kendimize acırız fakat hepimiz bir arkadaşla konuştuğumuz veya kendimizi bir işe verdiğimiz ya da düşüncelerimizi olumlu bir şeye yönelttiğimiz zaman bu duygunun kaybolduğunu deneyimlemişizdir. Ancak depresyonda bunlar depresyonu ortadan kaldırmaz. Depresyondaki birinden kendini toplamasını istemek kolu kırılan birinden “tenis oynamaya devam etmesini” istemek gibidir. Bence bu efsanenin en zararlı tarafı depresyondaki kişinin bir şekilde depresyonda kalmayı seçtiğini ve depresyondan çıkmayı seçebileceğini öne sürmesidir. Eğer depresyona girdiyseniz, herhangi birinin bu halde olmayı seçeceğini düşünmenin delice olduğunu bilirsiniz. Depresyonda olmak o kadar korkunç bir şeydir ki kolunuzun kırılmasını tercih edersiniz!
- Depresyonda olan biri stresli değildir. Araştırmalar bize insanlar depresyona girdiği zaman bedenlerinin sürekli bir stres içinde olduğunu göstermiştir. Öyle görünmeyebilir, çünkü dışarıdan bakıldığında sinirli veya panik halde görünmezler fakat zihinleri meşguldür ve bedenleri gergindir. Bu da depresyonu tehlike veya umutsuzluk karşısında bir “kapanma” hali olarak gören evrimsel bir depresyon modeline uyar. Bebeklerde bu, ağlamaya bırakıldıkları zaman görülür. Bir noktada susarlar. Bu mutlaka onların iyi olduğunun işareti değildir. Hâlâ kendilerini stresli veya güvensiz hissederken, başka seçenekleri olmaması karşısında kendilerini kapatarak depresif bir hale girmiş olabilirler. Terapistler artık depresif biriyle çalışırken terapinin ilk işinin onların gevşemeyi öğrenmelerine yardım etmek olduğunu anlıyorlar. Bu ruh hallerini ve hormonlarını etkiler ve daha rahat uyumalarını sağlar.
- Depresyon sadece kadınları etkiler. Bu doğru değildir. Bazı çalışmalarda, babalarda doğum süreci depresyonu oranının annelerdeki kadar yüksek olduğu bulunmuştur. Erkekler de acı çeker. Ve acı çekme oranları çarpıcı bir şekilde yükseliyor gibi görünüyor. Bunun nedeni 4. Bölümde anlatılmıştır fakat kitabın büyük kısmı yakında baba olacaklara hitap etmektedir.
- Depresyon fiziksel sorunlar kadar ciddi değildir. Depresyon toplumumuzda büyük bir sorundur ve gitgide yaygınlaşmaktadır. 3 kadından 1’inin ve 5 erkekten 1’inin hayatının bir döneminde depresyona gireceği tahmin edilmektedir. Doğum sonrası depresyonun kadınların yüze 10’u ile 50’sini ve erkeklerin yüzde 10 ile 15’ini etkilediği söylenmektedir. Bu, doğum sürecinde gerçekleşen kadın ölümlerinin baş nedenidir. Evet, doğru okudunuz. Doğum sürecinde intihar ederek ölme olasılığınız doğumla ilişkili herhangi bir komplikasyondan ölme olasılığınızdan daha fazladır. Bu da meseleyi, bana göre, oldukça ciddi bir konu haline getiriyor.
- Depresyonun çaresi yoktur. Depresyonla ilgili sorun insanların bunun kişiliklerinin bir parçası olduğuna ve tedavi edilemeyeceğine inanarak ona saplanıp kalmalarıdır. Ancak psikoloji ve tıp tamamen tedavi edemese de depresyonun semptomlarını azaltmanın yollarını bulmakta büyük ilerleme kaydetmiştir. Dahası, doğum süreci depresyonu –bunun bir ölçüde zor yaşam şartlarına verilen bir tepki olduğunu farz edersek- çoğunlukla kendiliğinden ortadan kalkar. Yaşam şartları kolaylaştıkça ve değişime ayak uydurdukça ruh halimiz de buna göre iyileşir. Böylece doğum süreci depresyonu geçmeye başlar ve ailenin, doktorun veya terapistin yardımıyla çok daha çabuk ortadan kalkar.
- Depresyon bebeğini sevmene engel olur. Sık sık kadınların bana bir şeylerin yanlış olduğunu bildiklerini fakat bunun doğum sonrası depresyon olduğunu düşünmediklerini, çünkü “bebeğimi o kadar çok seviyorum ki” dediklerini duydum. Depresyona girebilir ve yine de çocuğunuzu çok sevebilirsiniz. Depresyonun sevgi hissini “uyuşturması” yaygın görülse de, her zaman mutlaka öyle olacak diye bir şey yoktur.
- Depresyon normal, sağlıklı, başarılı insanları etkilemiyor. Bazıları ruhsal hastalıkların zaten bir şekilde sendeleyen insanları etkilediğini, kanser gibi hastalıklara ise herkesin yakalandığını düşünür. Onun için kanserden daha çok korkarlar. Ruhsal hastalıklar konusundaki araştırmalara kıyasla kanser araştırmalarına akıtılan para ve kaynaklar bunun kanıtıdır. Kanser araştırmaları için para gerektiğini bilsem de kanseri araştırmak için olduğu kadar depresyonu araştırmak için de para sağlanmasını dilerdim. Amerika’da Ulusal Sağlık Enstitüleri 2013’te kanser araştırmalarına 5,3 milyar dolar ve ruh hastalıkları araştırmalarına da toplam olarak 2,2 milyar dolar yatırdı (bunun sadece 415 milyon doları depresyon araştırmalarına ayrıldı). Britanya’daki araştırmalarda Avrupa Birliği ruhsal bozukluklara 54,3 milyon Avro ve kanser çalışmalarına 205 milyon Avro harcadı. Bunun hangi sorunun kişinin hayatı veya ekonomi açısından daha yıkıcı olduğuyla bir ilgisi yoktur; ama damgalanmayla ve bence kansere “benim gibi” insanlar da dahil olmak üzere herkes yakalanabilirken, ruhsal hastalıklara sadece “diğer insanların” yakalandığına yönelik yanlış varsayımla ilgisi vardır. Onun için içimizde kansere yakalanma korkusu daha güçlüdür, bu korku kanseri önlemek ve tedavi etmek için para harcamaya yöneltir. Ne var ki, bu doğru değildir. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar herhangi bir zamanda annelerin yüzde 50’sini ve hepimizin yüzde 30’unu etkilemektedir. Ve bu insanları öldürüyor da. Bu hastalık sizi ele geçirir ve sizin ve benim gibi normal, sağlıklı, başarılı, zeki insanları öldürebilir.
- Eğer doğum sonrası depresyona girdiyseniz, bir şekilde diğerlerinden daha zayıfsınızdır. Benim karşılaştığım doğum süreci depresyonuna girmiş olan insanlar güçlüydü. Bu durum o kadar kuvvetten düşürücü olabilir ki günün sonunu getirmek şöyle dursun, yataktan kalkmak bile muazzam bir kararlılık ve güç gerektirir. Başkalarına açıklayamadıkları veya anlatamadıkları bu denli korkunç bir his nedeniyle kendilerini aciz hissederken ebeveynlik yapmayı sürdüren anneler benim kitabımda muhteşem insanlardır. Ve bu kitapta da göreceğiniz gibi, çoğu doğum süreci depresyonu, “köyünü” kaybetmiş bir toplumda yeni bir bebeğe annelik etmek gibi inanılmaz talepkâr bir işe yönelik saygı ve desteğin eksik olmasıyla ilgilidir. Depresyondaki kadın ve erkekler günün sonunu getirmek için depresyona girmemiş olanlardan çok daha güçlü olmak zorundadır.
- Eğer doğum sonrası depresyonuna girerseniz bebeğinize zarar verirsiniz. Bu inanç da eğer gebeyken strese girerseniz bebeğinize zarar vereceğiniz inancı kadar faydalıdır. Çok genelleştirilmiştir, çok siyah-beyazdır ve çok yararsızdır. Toplumun bu bilimsel genellemeyi satmayı sevdiği gerçeği zaten streste olan annelerin omzuna ne kadar çok suçluluk ve sorumluluk yüklediğimizin bir örneğidir. Belirsiz bir istatiksel kalıp olduğu doğrudur fakat bu bize sizin ve bebeğinizin hakkında bir şey söylemez. Örneğin, evde evcil hayvanların olmasının astımın azalmasına yardım ettiğini gösteren bir kalıp vardır. Benim evimde evcil hayvan yok, o halde çocuğumun astım olmasının suçunu buna atabilir miyim? Kesinlikle hayır, çünkü astım gerçek hayatta bundan çok daha karmaşıktır. Doğum sonrası depresyon bağlamında da, ne kadar çok kadının bana bebeklerinin veya çocuklarının büyüyünce mutlu, keyifli, insanlarla etkileşim içinde, zeki bir cevher haline geldiğini söylediğini anlatamam.