Yağmur bardaktan boşalırcasına, bütün güzelliğiyle yağıyordu. Yağdıkça ıslanıyordu yüreği ve gözleri. Gözyaşları ruhunun derinliklerine akıyordu sanki ve aktıkça ruhunu yıkıyor ve arındırıyordu. Yağdıkça, yeryüzüne düşen her bir damlanın, ruhunda ki ağırlıkları bir bir alıp toprağa gömdüğünü ve onlardan kurtulup özgürleştiğini hissetti.
Onu kolayca anın içine çeken ve her zaman iyileştiren, yaralarını saran o güzel müzikleri dinlemeye başladı. Yağmur ve müzik ne kadar da yakışıyorlardı birbirlerine.
İki sevgili olsaydılar ebediyete kadar sürerdi birliktelikleri. Birbirlerinin içinde eriyip yok olmak istercesine, melodiler yağmur gibi akmaya, yağmur melodili yağmaya başladı.
Yağmurun ve müziğin danslarından yayılan titreşimin ruhundaki son kalan tortuları da temizlediğini ve kanatlanıp uçarcasına ruhunun bedeninden koptuğunu hissetti.
Yükseldi, yükseldi, yükseldi ruhu.
Dünyaya açılan koskocaman bir pencerenin olduğu bir başka boyutta buldu kendini. Pencereyi yavaşça araladı ve aşağıya şöyle bir baktı. Olup biten ne varsa her şeyi görebiliyordu. En ilginci de insanların düşünceleri bu boyuta kadar ulaşıyor ve görünmez bir duvara çarpıp onlara hayat olarak geri dönüyordu.
Çok şaşırmıştı. Düşünce gücü diye bir şey duymuştu, kullanmaya da çalışıyordu ama bir safsata olduğunu düşünmüyor değildi. Ve bunun bu kadar hayatı etkileyebileceğini asla düşünmemişti.
Zihinlerden yayılan düşüncelerin çoğu kontrolsüz ve olumsuzdu. Çoğunluk iyi yaşamak için çırpınıyordu ama düşünceleri endişe, korku, kin ve nefrete bulanmıştı.
Onlar bu olumsuz düşüncelerinin, yaşanacak olumsuzluklar olarak geri döndüğünün farkında bile değillerdi. Bu yüzden bütün çabalara rağmen, gerçekleşemiyordu hayaller ve yaşanamıyordu istenilen hayatlar. Bunun bilincinde olan insanlar o kadar azdı ki…. Onlar da hani şu şanslı saydığımız ve her işleri rast giden, bilinçli veya bilinçsiz olumlu düşünmesini bilen sayıları oldukça az olan insanlardı.
Çoğunluk zihin denen fırında, düşünce yemeğini olur olmaz, özensizce pişiriyor ve sonra da büyük bir hazımsızlıkla yemek zorunda kalıyordu. Bunun sorumluluğunu kimse üstlenmiyor ve suçlusu dışarıda aranıyordu.
Çoğunluk rastgele düşünüyor, rastgele yaşıyor ve ömürlerini başkalarını suçlamakla geçiriyorlardı. En çok da anneler, babalar ve Tanrı suçlanıyordu.
Eğer önce Tanrı sonra anne ve babalar izin verseydi herkes çok büyük işler başarabileceğini düşünüyordu ve kendini yaptıklarıyla değil yapamadıklarıyla avutuyordu.
Zihinlerden yayılan düşüncelerin olumsuzluğu içini sızlattı. Bir sihirli değneğim olsa keşke, diye düşündü. Bir bir zihinlere dokunabilsem ve önce düşünceler sonra hayatlar bir bir değişebilse. O zaman kimse kimseyi suçlamaz, herkes istemediği olumsuzlukları değil istediği olumlu şeyleri düşünür ve güzel hayatlar yaşanılırdı. Herkes kendi gerçeğini yaratabilecek kadar düşüncenin gücünden yararlanabilirdi.
Dünya bile belki daha yaşanılası bir yer olurdu, diye geçirdi içinden.
Gök gürültüsüyle irkildi birden. Düştüğünü hissetti yavaşça bedenine doğru. Yağmurun, rüzgarın etkisiyle hırçın bir şekilde yağdığını fark etti. Müzik de yağmurla olan dansını yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Rüzgar ve gök gürültüsü günün sihrini bozmuştu.
Ama yine de şükretti Tanrı’ya. Kısa bir süre de olsa başka bir boyuttan bakabilmişti yaşama. En azından kendi düşüncelerine ve hayatına dokunabilecekti artık.