Yapacaktım, günlerini gösterecektim. Ne zaman nasıl çıkacağı belli olmayan acı türevindeki duygularımın hepsi bence iyi bir nutku hak etmişti. Hepsini naçizane küçük evimin küçük salonunda topladım. Emrivaki ile buyur edilmiş olmalarına kayıtsız nutkuma başladım:
“Bakın, vıdı vıdınızdan bıktım, beynimi yediniz. Adam gibi konuşuyorum olmuyor, üste çıkıyorum dolmuyor, duymazdan geliyorum bana mısın demiyorsunuz. Yeter! Umulmadık anda bir korku, bir kızgınlık, bir suçluluk şeklinde karşıma çıkmanızdan sıkıldım artık! Gölgelerin gücü adına kendinizi benim yerime koyun. Ya ne oluyor ben daha şimdi bir umudun yeşermesi, bir değişimin arifesi, bir sevincin devinimi içindeydim derken aha sen misin bunları hissetmeye yeltenen! Gelip çörekleniyorsunuz boğazıma. Bak bu son ihtarım, şakam yok ona göre!”
Tek beklediğim benden tırsmaları ve oturdukları yerde daha da ufalmalarıyken içlerinden en minyonu hafifçe doğrulup söz istedi. Alnına dökülen lüle lüle saçlarının arasından küskün gözlerle söz isteyen “Kötümserlik” idi. Hayret bugün renkli bir elbise giymişti: fuşya. Daha önce hiç görmediğim bir metanetle konuşmaya başladı.
“Efendimiz nasıl isterlerse öyle davranmak niyetindeyiz, ne var ki sizinle yaptığımız sözleşme doğrultusunda bizi size hizmet etmekle yükümlendirmiştiniz.”
Efendimiz mi, nereden çıkmıştı bu Shakspeare tiratları. Arkasından ne gelecek acaba endişesiyle parmaklarımı masamın üzerinde tıklatırken, “Sadede gelir misin” diye tısladım.
Derin bir iç çekerek devam etti: “Efendimiz, çok uzun yıllardır bu işi yapıyorum. Ve hak verirsiniz ki artık benim de emekli olmaya hakkım var. Gençliğimden beri deniz kenarında bir kulübede ailemle yaşamanın hayalini kuruyorum. Eğer hizmetimi layıkıyla yerine getirmeye muvaffak olamadıysam af diliyorum…”
Sözlerini bitiremeden hıçkırıklara boğulmuştu. İçimdeki büyük bir şaşkınlık ve utanma vardı. İri gözleri ve minik burnu ile olduğundan daha da narin görünen bu kadını üzmüştüm. “Ne hizmetinden bahsediyorsun? Ne anlaşması?” diyebildim zar zor, daha dostça bir tonda.
Burnunu çekerek; “Sizi hem hayatta tutmamızı hem de gerektiğinde yüzleşmenizde yardımcı olmamızı istemiştiniz. Ama bunu yaparken de incelikli davranmamızı ve sizin için bir oyuna çevirmemizi söylemiştiniz.”
İyice şaşkına dönmüştüm. Neyin peşindeydi bunlar. Ya fazla üçkâğıtçılardı ya da ben fena faka basmıştım. “Peki” dedim, “Diyelim ki öyle. Sen beni nasıl korumuş oldun ki? Bunca yıl ne zaman bir şey umut edecek olsam, tek yaptığın, bütün kötü olasılıkları sayarak şevkimi kırmak oldu.” Kendime hâkim olamayarak üsteledim. “Ne yani teşekkür mü bekliyorsun!”
“Efendimiz, geçmişte yani siz çok küçükken kocaman umutlarınız vardı. Fakat sonucunda çokça hayal kırıklığı ve acı yaşamıştınız. O kadar küçüktünüz ki yaşadığınız acı minicik yüreğinizin kaldıracağının çok ötesindeydi. O zaman başladı oyunumuz işte… İtiraf etmem gerekir ki, çok zorlandım. Sizi ikna etmek kolay değildi. Çocuk kalbinizle sonsuz bir iyimserlik ve neşe içindeydiniz.”
Dudaklarını sıktı, söyleyecekleri karşısında tepkimden emin görünmüyordu. “Ama kalp kırıklıklarınız arttıkça hayatta kalmak da zorlaşıyordu. Sıkça ya hastalanıyor ya da duygusal olarak sarsılıyordunuz. İçinde bulunduğunuz çevreyi değiştiremezdik. Ama arkadaşlarımızla yaptığımız hummalı toplantılarda, sizin o çevreyi nasıl gördüğünüzü değiştirebileceğimizi keşfettik. Bunun sizi hayata bağlayacağı fikri bizi sonsuz sevindirdi. Hayatın doğasının acı ve hayal kırıklığı olduğunu size kabul ettirecektik. Kabul ettiğinizde uyum gösterecek, üzülseniz de yaşamaya devam edecektiniz.”
İçtenliğine inanmıştım ama hâlâ anlayamıyordum: “Peki ama ben büyüdüm, neden hâlâ buradasın?”
“Büyümüştünüz ama efendimiz, kalbinizde hâlâ çokça çizikler vardı. Kalbinizin daha çok sevmesini engelleyen derin çizikler. Ama siz görmüyordunuz efendimiz. İyileşmek için oyunu anlamanız yani bizi sobelemeniz gerekiyordu.”
Çocuk kendimi tenimde hissettim. Büyükçe bir hıçkırık çocuk kalbimden boğazıma doğru yükseldi, ağız dolusu ağlamaya başladım. Birikmiş bütün hayal kırıklıklarımı bütün yoğunluğuyla hissediyor, bedenimin sarsılmasına engel olamıyordum. Büyük bir basınçla kapağından fırlayan su gibi akan gözyaşlarımla Japon çizgi film karakteri gibiydim. Tuhaf biçimde sanki olan biteni hem yaşıyor hem izliyor gibiydim. Ağladıkça hafiflediğimi hissettim. Biraz sakinleştiğimde “Teşekkür ederim, sana kötü davrandığım ve seni dinlemediğim için özür dilerim” dedim.
Kötümser’in yanakları kızarırken yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Karşılıklı şükran duygusu içinde sarıldık ve onu emekliliğine uğurladım.
Karşımda, az önceki sahneyi izlemiş diğer duygular, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Eyvah, kim bilir bana ne söyleyeceklerdi! İçimde bir sıkışıklık hissettim. Keşke daha önce dinleseydim onları keşke… Ah keşke!
Bunları bana söyleten tabii ki “Keşke” duygumdu. Ortaya çıktığı her an beni geçmişe zincirleyen Keşke, en ön sırada koltuğunda bacak bacak üstüne atmış, ukala tavırlarıyla beni kesiyordu. Elleri ceplerindeydi ama boğazımı düğümleyen ellerin onunki olduğunu biliyordum.
Uzunca bakıştık. Sonunda birazdan işiteceklerime teslim olmuştum.
Başımla işaret ederek sözü kendisine verdim.
-Devam edecek-