İç Ege’nin derinliklerine saklanmış antik şehirleri ziyaret edeceğiz. Bursa üzerinden gitmeye karar verdiğimiz için, Bursa’dan Kütahya’ya doğru yola koyuluyoruz. Ana yollardan çok, sakin ve huzurlu tali yolları tercih ediyoruz. Daha önce görmediğimiz yollardan, köylerden, kasabalardan geçmek çok güzel. Yol boyunca kahve içecek bir köy kahvesi arıyoruz. Bayram olduğu için kahveler kapalı. Uzun zaman boyunca oturup dinlenecek bir yer bulamıyoruz. Aklıma Avrupa’da gördüğüm köyler geliyor. Mutlaka açık bir restoranı/kahvehanesi olan köyler…
Bunları konuşurken Tunçbilek Santrali’nin yakınlarından geçiyoruz. Bunu çevremizdeki doğanın bir anda değişmesinden anlıyoruz. Sonbaharın o güzelim sarı, yeşil bitki örtüsü yerini kül rengi, çorak, çıplak tepelere bırakıyor. İnsanoğlunun doğanın mucizevi uyumunu kendi rahatı, gücü ve çıkarı için nasıl yok ettiğinin çarpıcı bir örneği Tunçbilek. Daha çok tüketmek için biraz daha fazla enerji üretmek adına ne güzelliklerden vazgeçtiğimizi umarım bir gün herkes anlar.
Tunçbilek kasabası, Türkiye’nin son otuz yılda değişen vitrininden hiç nasibini almamış gibi. Mahzun, yorgun ve yalnız görünüyor gözümüze. Bayram olduğu halde bayram coşkusundan eser yok insanların gözlerinde. Ortalıkta hiç kadın görmüyoruz. Caminin kadınlar tuvaleti ise sanki yıllardır hiç kimse kullanmamış gibi. Kahvede içtiğimiz sade kahvelerin ardından yola koyulduğumuzda, Tunçbilek’ten aklımda kalacak tek şeyin meydandaki, çinileri yer yer yıpranmış çeşme olacağını düşünüyorum.
Aizanoi, uçsuz bucaksız bir yolda kilometrelerce gittikten sonra, tam da heyecanımızı kaybetmeye başladığımız bir anda tüm heybetiyle çıkıyor karşımıza. Sanki kendi halkının bile unuttuğu sessiz bir kasaba Çavdarhisar. Bağrında taşıdığı beş bin yıllık tarihle mağrur ama bir o kadar da umursamaz; tarihine sahip çıkmayacak denli.
Aynı zamanda tanrıça Kibele’ye de adanmış olduğu söylenen Zeus Tapınağı neredeyse iki bin yıl öncesinden en az hasarla bugüne ulaşan antik eserlerden biri. Bir arada inşa edilmiş stadyum ve tiyatro kombinasyonu dünyada tek. Dünyanın ilk borsası da Aizanoi’de kurulmuş, kalıntılarının tamamı ise henüz gün yüzüne çıkarılmamış.
Böylesine zengin bir tarihe sahip olan Çavdarhisar kasabası turizmden hiç nasibini almamış gibi görünüyor. Müze yok. Yemek yemek için bir yer bulmakta bile zorlanıyoruz. Kasabadaki birkaç lokanta bayram tatili nedeniyle kapalı. O sırada tesadüfen dükkânında bulunan lokantacı Ahmet Ağbi bize acıyor da yiyecek bir şeyler hazırlamayı kabul ediyor. Mutfağa beraberce giriyoruz. O köfte kızartırken biz de ekmek kesip salata yapıyoruz. Yemek keyifli ve tatminkâr, hele hele salataya bakkaldan zorlukla bulabildiğimiz zeytinyağını da ekleyince keyfimiz iyice yerine geliyor.
Çavdarhisar-Pamukkale arası tahmin ettiğimizden daha uzun sürüyor. Yol Uşak’ın modern (!) apartmanlarının arasından geçiyor. Modernleşmeyi ve uygarlaşmayı bir örnek yüksek apartmanlar dikmek zanneden bir anlayışın ürünü olan zevksiz ve ruhsuz bir cadde.
Pamukkale’ye varmamız akşam yedi buçuğu buluyor. Otelimiz, bu yörede Sağlık Bakanlığı’ndan onaylı tek termal su kaynağına sahip olmakla övünen Herakles. Termal su havuzu gerçekten de rahatlatıcı ve iyileştirici bir güce sahip. On iki saati aşan yolculuğumuzun yorgunluğunu alıveriyor üzerimizden. Sırtımdaki ağrı, kolumdaki uyuşma yok oluyor.
Keşke akşam yemeği salonu için de aynı şeyleri söyleyebilsem. Bildik piyanist şantör ezgileri dolduruyor salonu. Şarkıcı detone sesi ile dansa davet ediyor misafirleri. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Bazıları hiç konuşmadan –konuşmak da pek mümkün değil zaten– önlerindeki yemeğe bakıyor. Bazıları eğleniyormuş gibi yapıyor. Bazıları ise gerçekten eğleniyor galiba. İnsanların sanat zevkinin rafineleşmesinin eğitim düzeyinin yükselmesi ile doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Eğitim derken, okulda görülen derslerden bahsetmiyorum sadece, evde televizyon karşısında ailece izlenen eğlence programlarından ya da okunan kitaplardan da, gidilen, görülen yerlerden de bahsediyorum. İnsan, ne kadar çok şey görür, okur, dinler, sorgular, fark eder ve öğrenirse ve ne kadar çok kör inançlarından arınıp bilimin yolunda yol alırsa o kadar gelişiyor. Tabii sanat zevki de. Toplumumuz bu anlamda ne kadar gelişirse, otellerimiz de bu tür canlı müzik programlarını değiştirmek, geliştirmek zorunda kalırlar belki bir gün.
İkinci günün planında mermer şehir Afrodisias var. Kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz. Ana yoldan biraz erken sapıyoruz, Babadağ yönüne doğru. Babadağ kasabası, çok şirin, düzenli, sakin. Babadağ’ın yamaçlarına yerleşmiş, çok güzel bir vadiye bakıyor.
Küçük sarı bir tabelanın ardına takılarak dağa tırmanmaya başlıyoruz. Sonbaharın tüm renkleri kucaklıyor bizi. Göz alabildiğine uzanan vadiler virajlı yolda tırmanırken her dakika biraz daha altımızda kalıyor. Bulutlara ermek üzereyiz. Yolda tek bir araba yok. Bir süre sonra, doğru yolun bu olup olmadığından şüphelenmeye başlıyoruz. Neşemiz kaçıyor biraz. Doğal tepkimizin bu durumla ilgili birbirimizi suçlamak olduğunu fark ediyoruz birden. İstenmeyen bir durum oluştuğunda kendimizi temize çıkarmanın ve rahatlatmanın en kolay yolu başkalarını suçlamak değil mi zaten? Bunu fark ettiğimiz andan itibaren, birbirimizi suçlamaktan vazgeçip manzaranın tadını çıkarmaya karar veriyoruz. Yine de, huzursuzluğumuz ancak Âşık Bilal’in şirin mi şirin köyüne geldiğimizde tamamen yok oluyor. Belki ana yolda değiliz ama daha kısa ve güzel bu yol bizi Afrodisias’a çıkaracak. Hatta Afrodisias’a giden eski antik yolun bile önünden geçme fırsatı buluyoruz bu sayede.
Afrodisias rüya gibi. Afrodit’in şehri olduğu her halinden belli. Görkemli giriş kapısı, aynı avluda yer alan Kenan Erim’in anıt mezarına bekçilik ediyor ve ona tüm Afrodisias şehri adına şükranlarını sunuyor sanki. Kenan Erim, 1961-1990 yılları arasında tam otuz yılını buradaki kazılara adayan bir bilim insanı. Kenan Erim’den bayrağı yıllarca çalıştığı New York Üniversitesi devralmış, kazıya devam ediyorlar. Şehrin henüz sadece yüzde yirmisinin açığa çıkarıldığı söyleniyor, yani daha yapacak çok iş var.
Tiyatro çok etkileyici. Sahne, sahne arkası odalar ve izleyici bölümleri gerçekten çok az hasarla bugüne gelebilmiş. Günlerdir heyecanla hayalini kurduğumuz an geldi. Piknik örtümüzü seriyoruz izleyici sıralarının en üst bölümüne. Şarabımız ve yiyeceklerimiz hazır. Zeus’un, Afrodit’in, Athena’nın diyarında, şarabın ana yurdunda, onların şerefine kaldırıyoruz kadehlerimizi. Günah olduğu için yüzlerce yıl önceden başlayarak yavaş yavaş Anadolu kültüründe üvey evlat muamelesi gören şarabın yeniden hak ettiği değeri kazanmasını diliyoruz.
Kentin agorası çok güzel. Benim yaşamımda gördüğüm en büyük havuz, agoranın tam ortasında tüm ihtişamı ile uzanıyor. Hamam kompleksi büyüleyici. Meclis olarak kullanılan odeonun 1750 kişilik olduğu söyleniyor. Dünyadaki tüm antik kentler içinde en büyük stadyum ise insanı hayrete düşürüyor. Tam otuz bin kişilik kapasitesi var. Oldukça modern olan müzede gördüğümüz heykeller şehrin ihtişamını, yüksek estetik ve sanat zevkini tekrar bize hatırlatacak kadar çarpıcı ve etkileyici.
Ertesi sabah adresimiz Hierapolis. Güzeller güzeli Hera’nın şehri. Şehre nekropolün olduğu kuzey kapısından giriyoruz. Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük nekropollerden biri bu. Antik yolun her iki yanında da mezar evler var. Hatta birkaç tümülüs de gözümüze çarpıyor nekropolün içinde. Ölüleri eşyaları ile birlikte gömme geleneği üzerine konuşuyoruz. Ölülerin yeniden dirileceklerine inandıkları için mi eşyaları ile birlikte gömüyorlardı yoksa hiç ölmediklerine sadece ruhlarının dünya değiştirdiğine inandıkları için mi? Her ne için olursa olsun, gördüğümüz bir şey var ki binlerce yıl ötesinden bugüne kadar dayananlar mezar-evler olmuş yaşanan-evler değil. Sanki ölümsüzlüğü bize çağrıştırır gibi.
Yaklaşık bir buçuk kilometrelik bir yürüyüşle antik yolu tamamlıyoruz. Yolun altından geçen kanalizasyon sistemi inşa edildiği dönemin ilklerinden biri. Katedral kalıntısı etkileyici, hamam da öyle.
Özgün halinde on dört metre yapılan yolun bir bölümünün ilerleyen dönemlerde inşaat için daraltıldığını öğreniyoruz. Bundan iki bin yıl önce bu topraklarda yaşayan akrabalarımıza bu kadar benzememiz bizi şaşırtıyor.
Tiyatro şehrin en yüksek tepesine kurulmuş. Denizli ovasına bakıyor. Sırtını dayadığı tepeden aldığı güçle, çok az hasarla günümüze kadar gelebilmiş. İnsan bu tiyatronun şahitlik ettiği gösterileri hayal etmeden edemiyor. Özellikle günbatımını buradan izlemenin tadına doyum olmadığı söyleniyor.
Hierapolis Müzesi o dönemden kalma antik bir binanın restore edilmesi ile yapılmış. Ne yazık ki Pazartesi olduğu için müzeyi gezemiyoruz.
Eşsiz ve büyüleyici Pamukkale travertenleri var şimdi yolumuzun üzerinde. Termal su kaynağı içindeki karbondioksitin kayalarda yüksek oranda bulunan kalsiyum ile tepkimeye girmesiyle oluşan kalker göz alabildiğine bembeyaz pamuk gibi doğal bir örtü yaratmış. Burası on yıl öncesine göre çok daha temiz, çok daha beyaz ve güzel. O bölgede bulunan otellerin yıkılmasının ve bölgenin korumaya alınmasının belli ki çok olumlu etkisi olmuş ve Pamukkale elden gitmekten son anda kurtulmuş.
Bin yıllar öncesine yaptığımız bu yolculuk, bende, zamanın insanın aklı ve zihni ile yarattığı, sonra da tutsağı olduğu bir kavram olduğu düşüncesi yarattı. Benim için, travertenlerin her gün yenilenen bembeyaz örtüsü ne kadar canlıysa, binlerce yıldır orada öylece duran ve belki binlerce yıl daha durmaya devam edecek tapınaklar, mezarlar da bir o kadar canlı. Her ikisi de adeta zamana meydan okuyarak ziyaretçilerini büyük bir alçakgönüllülükle ağırlıyor. Onlardan öğrenecek çok şeyimiz var.