Sevginin özü sınırsız ve engelsiz.
Ayrımsız ve vahşi.
Zamansız ve hudutsuz. Sınır nedir bilmez.
Kilise ve yasa kuvvetini aldı onun lakin ve özgürlüğünü çaldı
Onu bir kişiyle sınırladı ve ölene dek kafese tıktı
Diğer münasebetler hainlik, ihanet ve aldatma sayıldı.
Evliliği iki kişi arasındaki sevgi dolu birlikteliğin nihai hedefi bellediğimizde, onu kurumsallaştırmış oluruz. Birçok çift için evlilik, “şişelenmiş sevgi”dir. Bu bir çiçeğin kokusunu alıp onu parfüm olarak şişelemeye benzer. Kokusu muhtemelen hâlâ hoş olsa da parfüm, çiçeğin özgün esansını asla yansıtamaz. Evlilikte de durum böyledir. Yani herhangi bir evlenmemiş çifte karşılık olarak evlilik geleneğinin kurumsal doğasından söz ediyorum.
Söylediklerim evlilik yanlısı ya da karşıtı değil. Sadece bir kurum olarak evlilik gerçeğinden bahsediyorum. Elbette ki mutluluk veren, hatta mest eden evlilikler var. Amaç oğullarımız ve kızlarımıza evlilik kurumunu anlatıp onların bunu seçip seçmeyeceğini kendilerine bırakmaktır (ki evlenmemek pek çoğumuzun hayal bile edemediği bir seçenekti). Evlilik, sahip olunan malları kontrol altında tutmak amacıyla aileler arasında yapılan sosyal bir kontrat olmaktan çıkıp kilise himayesinde mukadder kılınan ilahi bir kontrat haline geldiğinde her şey değişti. Din evlilik mutabakatına pençelerini geçirdiği anda evliliğin bitişini de günah addetti. “Cehennemde yanmak” istemiyorsak bu kurumun hudutları içinde kalmamız gerektiğine dair beynimiz yıkandı. Evliliği ne kadar yüceltirsek cennet için o kadar puan toplayacaktık. Ona hakaret etmeye kalkarsak cennetin kapılarından asla giremezdik.
Sevginin elle tutulamaz özünü alıp mutlu bir hayatın önkoşulu olarak şişelemekle, sevgi hissini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda da onu bir sürü yapay içerikle zehirli bir hale getiririz. Kendi varlığını vasiyet, hukuk, bazen de zor kullanımıyla sürdürmek için evlilik sınırlar ve kısıtlamalar dayatır. Tüm bunlar istenç, özgürlük ve hayatın kutsanmasına tamamen terstir.
Adalet sistemi, ilişkilerimizi yasallaştırmış ve meşrulaştırmış, sevgiyi kontrata dayalı, koşullu ve kuralcı bir şeye dönüştürmüştür. Yani evlilik, özünde amorf olan sevgiyi gelecekteki tüm anları ipotek altına alan bir anlaşma haline getirmiştir. Birçok evliliği cansız ve tatsız kılıp çıkmaza sokan da budur. Ruh çoktan ölmüştür. Toplumun evlilik ve boşanmaya yönelik anlayışını değiştirip bu eskimiş paradigmayı alaşağı ettiğini düşünün. Sevme, ilişki kurma ve ebeveynlik yapma şeklimizde devrim olurdu. Sahiplik ve kontrole dair mevcut kurallardan uzaklaşır, birbirimizi daha özgür ve koşulsuz bir şekilde sevmeye başlardık. İlişkilerimiz hep taze, seksi ve özgür kalırdı. Can sıkıcı boşanma süreçleri yaşanmazdı.
Bilinçli bir ilişkide çiftin sahip olduğu bağ, sosyal ya da dini statüsünün üzerindedir. Böyle bir ilişki yaşayan çift, evliliğin geleneksel tanımlarını aşıp sadece aralarındaki bağda anlam bulur. Bireysel benliklerine ait egoları ilişkilerinin özü tarafından gölgede bırakılmıştır. Onlar utanç, suçlama, suçluluk duygusu ve pişmanlıktan gelen klasik manipülasyonlara başvurmadan sevginin en yüksek anlamını yaşamaya muktedirdir. Böylece koşulsuz sevgiden bahseden evlilik yemini hayat bulmuş olur.
Kontrolden Çıkmış Evlilik
Sevginin her şekli kutlanmaya değerdir. Buna karşın modern toplumda sadece evlilikle biten sevgi biçimlerine değer verilir. Bir kurum olarak evlilik kimi sevdiğimizi ve bu sevgiyi nasıl gösterdiğimizi kontrol altında tutar. Hayatımızın sonuna kadar sadece bir kişiyi sevmemiz gerektiğini söyler. Sadece bu da değil, aynı zamanda da eşimiz dışında kimseye yakınlık göstermememiz gerekmektedir. Eğer bu kim olduğumuzu baskılamak değilse nedir, ben bilmiyorum.
Evlilik kurumu hangi cinsiyetten, ırktan, dinden ve mezhepten kişilerin birbiriyle evlenebileceğini bile kendi belirlemiş, tarihin çeşitli dönemlerinde bu seçenekleri sınırlamıştır. Hayatımızı kiminle birleştireceğimizi dikte ederek kendi özgür irademizi ortaya koyma hakkımızı çalmıştır.
Evlilik mutabakatı, evli olan hiç kimsenin evlilik dışında biriyle asla yakınlaşmaması gerektiğini söyler. Eğer buna cüret eden olursa evlilik geçersiz hale gelir. Evliliğin yapısı iki tarafın da egosunu güçlendirip ayrılık ve ihanet hissini ileri götürmeye hizmet eder. Kişilerin birbirine duyduğunu düşündüğü bütün o güzelim sevgi camdan dışarı atılır.
Esas suçlu kurumun kendisidir. Toplumun uzun soluklu temel direklerinden olma çabasıyla evlilik, sevginin akışkan doğasını bozar ve onu katılaştırır. Evlilik kurumu bu şekilde sevginin emaresi olan, yaşayan ve nefes alan canlılığı fosilleştirir. Evlilik, sevginin güzelliğini alıp onu sevgi olmayan şeylere dönüştürerek, gurur, kontrol, sahiplik ve tahakküme sebebiyet verir.
Sevginin durmadan değişen, dönüşen ve halden hale geçen bir şey olduğunu anladığımızda onu kontrol etmeyi bırakırız. Onun şu ana dayanan doğasını kavrar ve ona yapışmadan onunla birlikte zaman zaman akar, zaman zaman uçarız. Son kullanma tarihinden sonra tutunmaya çalıştığımız sevgi cansızlaşır ve huysuzluk, içerleme, pişmanlık ve öfkeyle dolar. Eğer sevginin yaşayan, nefes alan bir fenomen olduğunu anlasaydık kendimizi uzun süreli yasal bir kontrata bağlamanın sevginin sahici doğasına ters olduğunu bilirdik.
Evlilik her şeyden çok, uzun sürdüğü takdirde alkışlanır. Evliliğin her yılına atfedilen ayrı hediye temaları vardır. Kâğıt, pamuk, deri, meyve ya da çiçek ilk dört yıl içindir. Tahta beşinci yılı sembolize eder, teneke onuncuyu. Çiftler yirmi beş, elli, altmış yılı ve daha fazlasını devirdiklerinde, bu yıllara esas mücevherler, metaller ve taşlar -sırasıyla gümüş, altın ve elmas- atfedilir. Evliliğin o zamana kadarki kısmında sözünü etmeye değecek bir başarı yoktur. Önceki yılların niteliği önemli değildir. Kişilerin ne kadar geliştiği de… Evlilikten bahsederken içsel dönüşümü hesaba katmayız. Önemsediğimiz tek şey iki kişinin birlikte harcadığı zamanın uzunluğudur.
Bu bakış açısı beynimizi öyle yıkamıştır ki nasıl hissettiğimizden bağımsız olarak evliliğe ne kadar zaman verdiğimize bakarız. Toplumun evlilik fikrini öyle benimsemişizdir ki evliliğe yaratıcı bir şekilde yaklaşmaktan dehşetle korkarız.
Boşanmaya kutlanacak bir şey olarak değil de ölüm gibi yaklaşılmasına şaşmamalı. Boşanma sözcüğü çoğu kişiye küfür gibi gelir, insanlar onu ağızlarına bile almak istemezler. Çoğu kişi evlilik akdini bitirmekten çok korkar. Boşanmış birinden, medeni halini söylediği zaman hissettiği utançtan bahsetmesini isteyin, toplumun ona nasıl kötü gözle baktığını size anlatacaktır. Boşanmış kişiye toplum hastalıklı muamelesi yapar. Boşanmak başarısız olmaktır, ondan vebadan kaçar gibi kaçılmalıdır. Mutlu insanlar, “ölüm onları ayırıncaya dek” bir arada kalanlardır.
Boşanma, soya hakaret ve toplum ahlakına saldırı gibi algılanır. Kişiler mutsuzluktan harap bile olsa sosyal aforozu göze alamadıkları için fedakârlık yapmayı ve kendinden ödün vermeyi seçer. Milyonlarca insan sönük evlilikler sürdürür. Pek çoğu ise miadını tamamen doldurmuştur.
Evlilik paradigması uzun süreliliğe değer vermeyi bırakıp kişilerin gelişimini önemsemelidir. Bu değişim gerçekleşirse başarıyı, geçen yıl miktarıyla değil, kişisel gelişim ve alınan dersler açısından ölçmeye başlarız. O zaman evlilik olması gereken şekle -yakınlık, bağ kurma ve özgürlük haline- bürünür.
Boşanma paradigmasını durağanlıktan gelişime geçişle ilişkilendirirsek boşanmayı bir evliliğin bitişinden öte bir şey olarak görürüz. Bilinçli bir şekilde tanımlandığında boşanmaya eski ve yeni arasındaki geçiş olarak bakılır. Boşanma, eski eşimizle evlilik akdimizin sona ermesini sembolize etmesinin yanında, kendimizle evlilik akdimizin başlamasını da sembolize eder.
Boşanmanın eski eşimizle hiçbir ilgisi yoktur. Esas boşandığımız, kendi korkularımız ve sahteliğimizdir. Boşanmamız, hayatımızda yalanların bitip sahicilik, dürüstlük ve şeffaflığın başladığına işaret eder. Boşanma, düzene boyun eğdiğimiz dönemin bitişini gösterir. Boşanma sonrası dönem kendi doğrumuz ve özgürlüğümüze olan yeni bağlılığımızın potansiyelini barındırır.