Gençliğe birlikte merhaba demişlerdi. Birlikte ağlamış, birlikte gülmüşlerdi. İlk aşktı yaşadıkları. İlk kadın, ilk erkek olmuşlardı birbirlerine.
Hep ilkleri tadıyorlardı beraber. Beraber büyümüşlerdi yani.
Şehrin en iyi okullarında okumuşlardı. İkisi de mütevazı ailelerden geliyorlardı. Her şey çok uygundu birbirine. Okul bitti, diplomalar alındı.
Ailelerine göre, kızlarının ve oğullarının mürüvvet zamanı gelmişti. İkisi için de problem yoktu. Küçüklükten beri öğrendikleri de buydu zaten. En iyi eğitimleri al, okulu zamanında bitir, devam eden bir arkadaşlığın varsa adını koy, nişanlan, nişanlıyken askerliğini de yap, dönünce iyi bir işe başla, evlen ve çoluk çocuğa karış.
İşte şimdi tam da arkadaşlıklarına isim koyma zamanıydı ve nişanlandılar. Erkek askere gitti, kız ise işe başladı. Kısa dönem bir bekleyiş ve komparsita eşliğinde “dünya evine” girdiler.
Görünüşte her şey çok düzenli ve güzel gidiyordu. Tam olması “gerektiği” gibi yıllar geçiyordu. İkisinin de kariyerleri hep birlikte yükseliyordu.
Savaşçı ruha sahipti kadın. Erkek ise biraz daha hayatı sorgulayan tarafta duruyordu. Zaman geçtikçe bir şeylerin eksikliğini hisseder oldu hayatında. Karısının bu ilişkide kendini vazgeçilmez hissedişini derinlerde bir yerlerde görüyordu. Kendini özel hissetmiyordu artık karısının yanında. Çocukları olsun istiyordu. Kadın ise hiç oralı değildi bu duruma. Mesleki başarı, sosyal statü daha ön plandaydı.
Aralarındaki konuşmalar iş ve paradan öteye gitmiyordu. Cinsellik görev icabı olmaya başlamıştı. Bir yerlerde hata vardı ona göre. Duygularını tanımıyordu artık!
Kağıt üzerinde bir beraberlikti yaşadıkları. Heyecan yoktu. Sohbetler artık evin dışındaki insanlarla oluyordu.
Kendilerini mahkum ediyorlardı şık döşenmiş hapishaneye.
Kadın konuşmaya yanaşmıyordu hiç. Bir kere bile sormamıştı eşine “Neden gelmedin ya da neredeydin?” diye. Sadece sahip olmaya koşullanmıştı. Başarısızlık ya da zayıflıktı ona göre bu tarz sorular.
Evde nöbet bekleyen kütüphane olmuştu bir nevi.
Gelip içindeki bilgileri birisi karıştırsın diye beklerken tozlanan kitapların durduğu.
Harekete geçmek yerine durmayı seçiyordu. Korkuyordu aslında. Soru sorarsa eğer, alacağı cevapların altında kalmaktan korkuyordu.
Kaybetmemek uğruna katlanmaktı içinde bulunduğu durum. Sorgulamıyordu kendini, sadece suçluyordu. Ya suçluyor ya da kaçıyordu. Yaşadıkları hayatın sorumlusu sanki başkalarıydı.
Adamın dışarıdaki hayatı evdekinden çok farklıydı. O da artık sorgulamıyor, yaşadıklarını rasyonalize ediyor ve içini, karısını suçlayarak rahatlatıyordu.
Erkeğin hayatına ikinci kere çektiği kadın, bütün bu olanları biliyordu. Savaşçıydı ruhu ve bu savaşı kendisi kazanmalıydı.
Birilerinin kaybetmemek adına oynadığı oyun, birilerinin kazancı oluyordu.
Ellerinden kayıp giden yaşamın farkında bile değillerdi. Gurur savaşıydı oynanan artık ve her savaşın sadece bir “galibi” oluyordu.
Bir sabah klakson sesiyle uyandı kadın. Yatağında yalnızdı. Kocasının hazırlanmakta olan valizini gördü ve içindekilere baktı sakince.
Gidiyordu ilk aşkı, ilk arkadaşı.
Neden bu noktaya geldiklerini bir kere bile sorgulamaya değer bulmadıkları beraberlikleri bir klakson sesiyle noktalanmıştı.
Kadın yine bir ilki yaşıyordu. Kendi ruhuna hiç uymayan bir ilkti bu.
Omuzları düştü, bacakları titredi ve gözleri dolarak sordu “Nereye?” diye. Cevap gelmedi karşıdan ve “kaybettin” dedi kapıda duran diğer kadın.
Aynadaki aksiydi sanki ilk aşkının elini tutan. Nasıl da benziyordu kendisine.
“Kaybettim evet” dedi.
-Kabul ediyorum ben kaybettim. Eğer sen kazanmak istiyorsan onunla dost olabilmeyi hep hatırla. Çünkü dostluk olmayınca sevgili de olunmuyormuş.
Dostça ve daima sevgiyle kalın.
Sevgililer gününüz kutlu olsun.