Zihnimde geçmişten çağırdığım minik aşk öykülerini yokluyorum şimdi. Sevdiğim, yanıp tutuştuğum kadınları. Yanlarına her gittiğimde nabzımı yükselten kadınları, hayatımı adamaya her an hazır olduğum kadınları, âşık olduğum, Tanrı yerine koyduğum, aklımı başımdan alan kadınları; onlar kapıyı çekip gidene kadar vazgeçmediğim kadınları…
Hepsine şiirler, hikâyeler yazmışım, geceleri masallar anlatmışım.
Başlangıçta hepsi sevilmeyi istemiş; ben de istediklerini vermişim onlara. Sarmışım, sarmalamışım, dokunmuşum ve de sevmişim.
Ben inandığım “aşk” için bulutların içinde uçarken, onlar tünedikleri dallardan beni seyretmişler. Sonra bilmem nedendir o kadar yükseğe çıkamayacaklarına karar verip, ağaçların altında dolanan horozlara karışmışlar. Oysa aşk için kanatlarını açmıyorsan aşkın ne anlamı var?
Zaman…
Ne yaşananlar ne de zaman bu adamı uçmaktan da düşmekten de vazgeçirememiş.
Sonra bir gün, Tanrının ona gülümsediği gün, uzaktan bir ses önce kulağına, sonra uçmaktan hiç korkmayan kanatlarına aşkı fısıldamış, gök kubbenin en yücesinden. Onu çağırmış.
Hayatı boyunca beklediği, hayal ettiği fakat rüyalarında bile rastlayamadığı kadın ona ilanı aşk etmiş.
Aşkı onun gibi gören, onun gibi yaşayan, onun gibi dokunan, onun gibi hisseden Tanrının kadın yüzü aşkın elini uzatmış ona. Gerçek bir kadın… Kokusuyla, dokusuyla, dokunuşuyla, sözleriyle, hisleriyle tam bir kadın.
İlişkilerini yaşadığı ya da yaşadıklarını ilişki zanneden bu adamın, geçmişinde prensesi olarak kabul ettiği tüm kadınlar, hikâyelerdeki gibi renkli kurbağalara dönüşmüşler.
Kusursuz gerçek bir kadın,
Aşkın en sıcak ve en derin yüzü,
Dokunuşuyla ruhunu bedeninden çıkaran bir kadın
Tanrının yarattığı en mükemmel varlık…