Hayat amacımızı gerçekleştirmekten, daha doğrusu gerçekleştirememekten bahsedip duruyoruz. Ama hiç düşündünüz mü, ”gerçek” hayat amacımızın ne olduğunu nasıl anlayacağız diye?
Peki hangi düşüncelerimiz, hangi davranışlarımız hayat amacımıza hizmet ediyor? Bu yolda ilerlerken, yoldan sapıp sapmadığımızı nasıl anlayacağız? Bunun bir sinyali, işareti, uyarısı var mıdır acaba?
Öyle ya… Hiç kimse bize bunun bir listesini vermedi!
Kendi yaşam amacını izleyen biri nasıl yaşar peki?… Bir düşünün, aklınıza gelen birileri var mı?
Pekiii, o insanın doğru yolda yürüdüğünü bize hissettiren şey ne?
Dinginliği mi? Huzuru mu? Yoksa yaratıcılığı ve cesareti mi?
Belki de yaşamseverliği ve gelişime açık oluşudur? Ya da adil oluşu?..
Yoksa, kendine ve başkalarına objektif yaklaşımı mı, zorluklarla baş etme gücü ve azmi mi?
Peki ya duyarlılığı, anlayışı ve dürüstlüğü?
Ya kendisiyle barışık olduğu için bedensel/ruhsal/zihinsel/duygusal bütünlüğüne ne demeli?
Ve de sağır sultana bile ilan ettiği bağımsızlığı, vefa ile harmanladığı bağlılığı?..
Bunlardan hangisi hissettirir bize doğru yolda yüründüğünü?… Yoksa hepsi mi?
Bu özelliklerin hepsine sahip olmak, çok zaman ve emek gerektirir herhalde…
Peki tüm bu özelliklere sahip olmak için, öncelikle hangi özelliğe açık olmalı, hangisi ile başlamalı insan?…
Yaşamseverlik ve gelişime açık olmak! İlk ihtiyacımız olan en baş özellikler bu ikisi bence…
Bunlar olmazsa, zaten gerisi yalan olur… Öyle değil mi?
Bir de şöyle düşünelim, bu özelliklere kendimizi kapadığımızda neler oluyor ya da bizi neler bekliyor?
Bir başka deyişle, ‘ölümsever ve gelişime kapalı’ insan nasıl bir hayat sürüyor?
Bir insan düşünün, bir yaşam amacına sahip olduğunun farkında bile değil, hatta ‘yaşam’ ve ‘amaç’ kelimelerini bir arada kullan(a)mıyor bile.
Yani kendini evrenden ve doğadan koparmış bildiği ve alışkın olduğu yerde duraklamak için direnen birilerinden bahsediyorum.
Orada ne kadar mutsuz da olsa, ne kadar acı da çekse, ‘’Burası güvenli ve tanıdık bir yer’’ diye düşünen insandan yani toplumun büyük çoğunluğundan bahsediyorum.
Oysa evren ve doğa durağanlığı sevmez, sürekli değişir ve gelişir.
Ve biz de o düzenin bir parçası olduğumuz için, evren o düzenin içinde, uyumlu bir şekilde birlikte akmamızı ve kendisiyle dans etmemizi bekler bizden. İçimizi kaplayacak o muhteşem huzur ve şükran duygusunu bize sunmak için sabırsızlanır.
Ama duraklamada ısrar edersek uyum bozulur ve kendimize düşük titreşimli enerjileri çekmeye başlarız. Çünkü akışın tersine kürek çekmeye başlamışızdır.
Evren ilk olarak, hislerimiz aracılığı ile bizimle konuşur… Bir iç sıkıntısı dönemi başlar, genel bir hoşnutsuzluk hakim olur yaşamımıza, sebebini bir türlü anlamlandıramayız.
Bu olaylar daha sonra çeşitli tatsızlıklara dönüşür, içimizdeki sıkıntıyı temasta olduğumuz her kişiye ve olaya yansıtmaya başlarız. Bu durumdan en büyük payı alanlar da en yakınlarımız olur genellikle.
Hala akıntıya karşı kürek çekmeye devam edersek, tatsızlıkları acılar ve sorunlar takip eder. Haaala anlamadıysak, hastalıklar ve kazalar hayatımızdan eksik olmamaya başlar…Üstüste yaşanan sağlık sorunları iyice bunaltır bizi. Daha sonrasında ise büyük yıkımlarla karşı karşıya kalırız…
Kendimizi doğadan ve evrenden ayrı görürsek, hayat amacımızdan da koparız. Uyum ve dengeyi bozarız. Akışın tersine kürek çekmeye çalışırız ve yoruluruz. Artık sistemin zararına çalışmaya başlamışızdır ve evren de gecikmeden bizi ikaz eder.
Önce iç sıkıntısı ve memnuniyetsizlik duygusu ile, sonra tatsızlıklarla, daha da olmazsa hastalıklar yada kazalarla.
Hayatımızda bu olaylar sürekli tekrar etmeye başlar… Bu, ‘neden ben’ diye isyan ettiğimiz dönemdir… Olaylar tekrar eder eder eder… Her seferinde tek değişen, olayın veya hastalığın adıdır.
Bu tekrarlar ne kadar mı devam eder?.. Ta ki biz anlayana kadar…
Oysa kendimizi akışa bırakırsak, hayatla uyum içinde dans etmeye başlarız, içimizi huzur ve şükran duygusu kaplar.
‘’İlginç rastlantılar’’ olmaya başlar, sanki tüm evren bize yardım etmeye başlamıştır. Mucizeler artık istisna olmaktan çıkmıştır, yaratıcılığımız tavan yapar adeta….
İşte tam o anda, artık özümüze döndüğümüzü fark ederiz ve hayatın sonsuz olanaklar sunduğunu görürüz bir anda.
Dinginlik ve güç duygusu artık çok tanıdıktır.
Enerjimiz artar, tenimize renk gelir ve ışık saçmaya başlarız.
Biz, herşeyden kopuk, tek başına bir varlık değiliz.
Biz, muhteşem işleyen, yaratıcı bir sistemin parçasıyız.
Sırf bu sebeple bile olsa, uyum ve denge içinde kendimizi gelişime açık tutmalıyız. Hayata akmalıyız ve hayatın da bize doğru akmasına izin vermeliyiz. İşte o zaman hayat amacımızın yolunda olduğumuz kesindir.
Evrenin bu zekasını ve düzenini malesef çok geç anladığımız için, hayatımızı ve var olma amacımızı hastalıklarla boğuşmaya başlayınca sorgulamaya başlarız.
Sorgulamaya ilk belirti olan iç sıkıntısı döneminde,başlayanlar bu dünyanın en şanslılarından bana göre…
Çok üzücüdür ki, bazılarımız bunu gecikmeli olarak, artık dönüm noktasını bile aştıktan sonra,ölüm döşeğinde fark eder, en acısı da budur herhalde… Yaşamadan ölmek!
Evrenin sunduğu mesajları, her birimizin erkenden anlaması dileği ile…