İçimizde tuttuklarımız, ifade edilmedikçe nasıl da büyüyorlar. Sıkıntı veren türdenseler hele, vay halimize….hımmm ne gibi, diyeceksiniz hemen, ben bilirim sizi. Mesela söylediğimiz bir yalan, sahte-iki yüzlüce bir davranış, gizlenen duygular, ifade edilmemiş rahatsızlık, kızgınlık, iç kemiren düşünceler….uzar da uzar liste.
Açığa çıkmasından ya da çıkarmaktan ödümüzün koptuğu; tırsak tırsak beklerken biz, karanlıkta kök salıyor her yerimize.
Ve ‘aman ha!’ kaçışlarımızla güçlenip, serpilip, iyice besili oluyor. Semirdikçe semiriyor yani. Zira o, karanlıkta ve durağan sularda büyüyenlerden.
Sonra…Açığa çıkmasından korkup sandık odalarına kilitlediğimiz, her gıcırdayan merdivende kalbimizi hoplatan hayaletlere dönüşüyor. Mağaradaki gölgeler misali…
Sırtımız ışığa yönümüz duvara dönükse… Orada, içimizde şekillendirdiğimiz gerçeğe tekabül eden gölgelere, bir gözümüzü elimizle kapatıp diğerini korkuyla kısıp açarak bakabiliyoruz ancak, bakmak denirse buna.
Gizlilik pelerinini giymiş bu ürkütücülerin, duvarlardan üstümüze üstümüze, birbirinden bölünüp çoğala çoğala, bağırış çığırışlarla yığılmaya başlamalarını titreyerek geçiştirmeye çalışırız. Neyin altında kaldığımızı bile anlamadan, eziliveririz zavallı yaratılarımız ağırlığından. Gölgeler öyle korkutucudur ki…’Işığa çıktığında bu türler toz zerreciklerine ayrışıp puff uçarlar, sandık odası da oyun odasına döner.’ diyorum da içcağızlarımıza, bazen laf geçiremiyorum şu anılar birikintisi aklımıza.
Zihin cinlerimiz, onları şekilden şekle sokuyor. Suçluluk ve utancı arttırırlarken, içimizde davullar çalıyorlar ve ruhumuzun sesini duymamızı engelliyorlar. Işığa inancımızı azaltırken, daha da korkutucu mağaramıza, gölgelere, karanlık imgelerine daha çok bağlıyorlar bizi .
‘Dışarıdaki güneş’ mi dediniz, duyamadım efendim? Elbet istiyoruz, istemez miyiz hiç onunla aydınlanmayı, doğallığımızla yaşamayı, içi dışı bir olmanın ferahlığını…
Hasan Hüseyin’in dizeleri geldi aklıma sorunuzla:
‘Hem severdik o çiçeği delicesine
hem de sevmez görünürdük
çocukluk işte.’
misali bizimki de…
Nerede kalmıştım…biraz dağıldım şiir mevzuya girince.
Tamam tamam hatırladım… İçimizde saklı tutulan, bekledikçe asıl özünü yitirmeye, çürümeye, başka başka hallere bürünmeye başlar.
Derinlerimizde tutukladığımız duygular, ifade edilmeksizin beklemekten ilk hallerini yitirip bize başka duygular olarak yansıyabilirler. Biz bile artık belki tanıyamayız duygumuzu Ona isimler koyarız. Tanımlandığı halde içimizden sıkıntısı gitmez. Nasıl gitsin, nereye gitsin? Gidemez ki; gidecek olan bilenmedikçe.
İçte gizlenen, kabuk bağlamış, kabuk değiştirmiş hatta ve hatta başka bir hayvancığa dönüşmeye meyil vermiştir. Nasıl gitsin garibim bizden, kimi nereye göndereceğini bilmeyenden hangi parazit gider ki hem canım?
Uzun zaman alan araştırmalarım sonucu bir adet panzehir keşfettim. Ölümden döndüm, desem yeridir, inanın bana önce kendim dendim:
‘İtiraf edip arınmak.’ …
Ne oldu, şaşırdınız mı?…<
Bunca yazının vardığı yer hayal kırıklığına mı uğrattı sizi?
Bu muymuş bu zirzop’un keşfi, dediğinizi mi duydum yoksa? <
Evet cicim bu kadar basitmiş bazen hayat.
Nasıl ama, iki cümlede hayat dersini de araya sıkıştırıverdim. Ne hınzırlık ama…Tamam, dönüyorum konuma tamam. İki şaka da yapmayım mı yani?
İtiraf…Evet itiraf…
Aslında itiraf etmek kabul yolundan geçiyor kanımca. Kabul, huzuru ve özgünlüğü ve özgürlüğü getiriyor.
İtiraf ettiğin, artık ete kemiğe bürünmüş bir hal alınca, tam da bir daha aynı itiraf konusuna ortam açtığında, hooop karşına dikiliyor. Tabii bazen ona rağmen yine onun yavrucuklarını içimde sıkısıkı tutabiliyorum. Ama olsun her seferinde bu bıdı bıdılar biraz daha azalıyorlar.
Aaaaah o itiraf ediş, hakkını vererek kendini tanıyarak, yaptığının anlamını bilerek…ahh o rahatlık…o özgürlük. Bu ahlar işte şu açılan yüreğimin, gizli gizli kalıp da sırlanan sırlardan, içimi dalayan ısırganlardan özgürleşmenin haz dolu iç geçirişi. Akışı duran nehirlerimin denize ulaşmasının coşkulu kavuşma sesi.
İçi, ıvır zıvırla tıkış tıkış dolu yürek ferahlayınca, boşalınca ne oluyor peki?
Yaratıcılık oluyor, sevgi doluyor.
“Serbest bırak be gözüm, anlat, bırak aksın ne varsa. Ne kadar da ferahlayacaksın inan bana” şarkısı çalıyor
Ayrılmadan sizlerden bir konuya daha değinmeden edemeyeceğim. İçinde tutma, bırak, derken ‘olgunlaştırmayla çürütmeyi’ lütfen karıştırmayalım efenim.
Bazen belli demlenme süreçleri vardır. İçimizde bekletiriz bazı anları-duyguları…
Bu bekleme hali gizlemek-yok saymak için değildir. Aksine tam olarak duygumuzu, yaşadığımızı sindirmek, anlamak-bizim için ifade ettiğini özümsemek, onu kabul etmek ve gerçekten ona teşekkür ederek özgürleşmeye hazır olma süresidir.
Bu süreçte olmak da, pişmek de, fark etmek de, süreci yaşamak da hepimiz için şahane bir olay olur…hepimiz adına ‘olur’ dedim ama…? Olur mu acaba? Olsun be dostlar, ne dersiniz?