Eski Türk geleneklerine göre, çocuklara doğduklarında geçici bir isim verilir ve önemli bir başarı gösterdiklerinde gerçek isimleri konurdu. Hatta bu çocuk, toplumun ileri gelenlerinden biri ise, yaptığı her başarı için ayrı bir isim alırdı. Böylece kendini kanıtlayıp çocukluktan kurtulmuş olur ve toplum içinde saygınlık kazanırdı.
Eski Türk destanlarının bir çoğunda çeşitli kahramanlık öyküleri anlatılır; gergedanı öldüren Oğuz Kağan, Kırgız destanlarında ejderhayı öldüren Er Töştük, Altay destanlarında canavar öldüren kahramanlar. Bu tamamen bir insanın kısa zamanda ayakta durmasını sağlamak, kendine güvenini kazandırmak için uygulanan itici bir güçtü.
Benzer gelenek Amerika yerlilerinde de vardı. Onlar da tek başına bir hayvan avlamadan çocuğa isim vermezlerdi.
Bazı Türk destanlarında da “babasını öldüren” çocuklardan bahsedilir, Oğuz Kağan ve Semetey bunlardan birkaçıdır. ”…. Semetey öyle büyük öyle korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek….”. Bu mecazi anlatım tarih içinde birçok araştırmacı tarafından anlaşılamamış ve salt kelime anlamıyla alındığı için bir vahşet olarak görülmüştür. Hatta milliyetçi birçok yayın içinde bu veya benzer deyimler özellikle kullanılmazlar.
Aslında burada anlatılmak istenen, çocuğun özgüvenini ve cesaretini kazanması, hayatla savaşmayı öğrenmesiydi.
“Baba” ve “Anne” burada eski anlayışların ve geleneklerin; “Çocuk” ise yeni dünyanın, yani kendi çağının sembolüydü.
“Babasını öldüren çocuk” artık kendi ayakları üzerinde durabilen, eski anlayışları değiştirip, toplumu geldiği nesilden bir adım daha ileri taşıyabilecek ve kendi çağını başlatabilecek birey anlamına geliyordu.
Türk geleneklerinde bu hiçbir zaman eskiye saygısızlık olarak kullanılmamıştır. Aksine büyüklere ve geleneklere her zaman saygı duyulurdu, ancak büyükler de nerede duracaklarını bilir, yeni nesile saygı göstererek önlerinden çekilirlerdi. Toplumun temelinde karşılıklı saygı ve sevgi vardı.
Böylece Türk toplumları tarih boyunca Asya’ya sığmayıp, sürekli gelişmiş ve genişlemiş, Mezopotamya, Arap yarımadası, Anadolu, Rusya ve Macaristan’a kadar ilerlemişler ve yayılmışlardır.
Ancak daha sonra Müslümanlığın kabulu ile, eskiye saygı daha katı hale gelmiş ve “bağımlı” aile yapısı kurulmaya başlanmıştır. Anadolu’da, eski Türk toplumlarından gelen ve temeli karşılıklı saygı ve sevgi olan bu eski yaşam tarzı, tasavvuf ile Müslümanlık döneminde de bir süre yaşatılmıştır.
Ancak zaman içinde tasavvuf kurumları da yozlaşarak tarihe karışmıştır. Bundan sonra da geri dönülemez bir şekilde, kendine güvensiz, aileye bağımlı, ancak anne ve babasının kendisine verdiği kadar değerliliğe sahip olan insanlar yetişmeye başlamıştır.
Bu düzen hala devam ettiği için, Türk toplumu kurtuluş savaşından sonra kendisini hep yükseklere taşıyacak bir kahraman bekler olmuştur. Hayatın hiçbir alanında kendisinin bir kahraman olacağını düşünemeyen bireylerden oluşan bir toplumdan ne bir kahraman çıkar ne de gelişmiş bir toplum düzeyinden bahsedilir. Ve bu toplum hala kendisini yöneten insanları ancak kendisi kadar değerli olan insanlardan seçmektedir. Sonuç ortada.
Peki batı toplumları, Avrupa devletleri ve ABD nasıl bu kadar gelişmişlik düzeyine erişebilmişler.
Yoksa onlar da babalarını mı öldürdüler?
Evet, 18 yaşını dolduran bir batılı çocuk kapı önüne konur. Tabi durum bu kadar acıklı ve vahim değil ama, en azından babası veya annesi o yaşa gelen çocuğa, ekonomik olarak kendi görevlerinin tamamlandığını ve artık başının çaresine bakması gerektiğini söylerler.
Evet, işte babasını öldüren ve kendi çağını yaşamaya başlayan insanlar topluluğu. Tabi burada ince bir çizgi var. Bu uygulama aslında perde arkasında “ekonomi” ve “bireysellikle” besleniyor. İnsanın ihtiyaç duyduğu saygı ve sevgi bağları da bu bireysellik anlayışıyla zedeleniyor hatta kopartılıyor. Aidiyet duygusu kayboluyor, bireysellik öne çıkıyor.
Evet hayatla savaşan, gelişen, ayakta duran, kahraman beklemeyen, özgüveni yüksek insanlar görüyoruz ama hepsinin inandığı tek güç var, para.
Özgürlük, bağımsızlık, insanca yaşamak, demokrasi, insan hakları, gibi yüzlerce kulağı okşayan sloganla devletler fethedip, oradaki kaynakları kurutmuyorlar mı?
Bir yandan yüzyıllar boyunca bazı ülkelerin tüm kaynaklarını sömürüyor ve insanlarını köle yapıyor, diğer yandan da devlet destekli göstermelik Live Aid konserleri düzenliyorlar. Hatta, onların kaynaklarını kullanıp zengin olmamışlar gibi, kendilerine G8 diye bir isim verip, sonra da onların milyon dolarlık borçlarını sildik demiyorlar mı? Ne kadar ironik bir tablo.
Batı toplumlarındaki gibi, çocuğu ekonomi ve bireysellik destekli büyütüp, zamanı gelince kapı önüne koymak da; doğu toplumlarında olduğu gibi, kocaman bir insan olduğu halde aileye bağımlı tutmak da tam olarak doğru çözüm değil.
Öyleyse her ikisinin de ortası, yani binlerce yıl önce yaşayan insanlardan ders alarak, karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bir ilişki kurmak en sağlıklısı gibi duruyor.
Peki o insanlar, bu kadar ilkel oldukları halde nasıl oluyor da günümüzdeki toplumlardan çok daha uygar bir sosyal ilişki içinde yaşayabiliyorlardı?
Onlar bizden çok daha az gelişmiş, çok daha cahil değiller miydi?
Belki de hayır, belki de bizim şu anda bilmediğimiz ve zaman içinde unutulan birçok bilgiye sahiptiler. Neyse bu başka bir konu…
Evet, babanızı (ve annenizi) öldürün ve çocuklarınızın da sizi öldürmesine izin verin. Ama her zaman onları sevdiğinizi ve saydığınızı bilsinler.
Sığınmak istediğinizde sıcak bir yuva olduğunu bilin, sizin çocuklarınız da bunu bilsinler. Onların önünden çekilin, hayatta kullanacakları silahları önce siz onların eline verin ki sizi öldürebilsinler….
Sevgiyi bulduğunuz yerde kalın…