Günün birinde, her sabah olduğu gibi yine her zamanki saatte uyanıp, her zamanki rutinimizde hazırlanıp, her günkü bizi bunaltan işimize doğru giderken, belki gidiş yolunda kitabımızı da okurken, bir an dalıp küçük ve uzaktan gelen bir ses işitiriz. Sonra birden bir korna çalar ve hooop unuttuk bile. Ne duymuştuk ki biz.?
Bu iş böyle sürer gider; her sabah kalkar, her akşam yatarız; neyizdir biz?… Mutsuz değilizdir biz… Hayat bize asıl ne istediğini gösterir durur bu arada, hatta gözümüzün içine kadar sokar, biz yine de bakarız, görmeyiz, başka işlere dalar kendimizi avuturuz.
Peki neden?… Mutsuz olduğumuzda, acı çekerken, bu acılardan kurtulma çabalarımızla ve sonunda “Mutsuz Olmama” durumuna ulaştığımızda kendimizi tatmin olmuş hissettiğimizden.
Ama bu hep böyle değildi, biz içimizdeki sesi duyar, hayatın önümüze koyduklarını görür, içimizdeki çocukla hissederdik her şeyi. Sonra bir gün bir şey oldu ve biz dışarıdan ve içeriden gelen tüm uyarıcıları görmemeye, duymamaya, hissetmemeye başladık. Bu sürdükçe de duyumsamamaya alıştık. Robotvari ve hissiz, duygusuz öylesine hareket etmeye başladık.
Çünkü bir gün, içimizde egomuzla ve dışımızda diğer insanlarla yaptığımız savaşı kaybettik. Hatta savaşmadan sevişilen bir dünya var olduğunu bile bilmedik; bize bu savaşlar öğretilmişti. Törpülene törpülene bir kalıp haline geliverdik.
İşte o savaşı kaybettiğimiz gün sevgili egomuz dedi ki : Ben seni korurum, ipleri bana ver.
Biz de verdik ipleri, sonra da içimizdeki çocuğu ya da sesi ya da içgörümüzü alıp içimizdeki en derin yerimizde oluşturduğumuz bir zindana götürdük. Ve anahtarı ona verip, içeriden korunmak için kendini kilitlemesini ve kendimiz tekrar oraya gelip onu çıkarana kadar orada beklemesini söyledik. Biz mutlaka ona bakacak ve ona tekrar gelecektik. O da bizim isteğimizi geri çevirmedi, bunu yaptı.
Sonra yukarı çıktık, egomuzun komutasında “Mutsuz Olmayan”, “GEREK”lerin yapıldığı hayatı yaşamaya başladık. Biz zannediyorduk ki, böyle de rahat ederiz, kendimizi gerçekleştiririz.
Ama olmadı, olmadığı gibi mutluluk gibi bir kelimeyi de yavaş yavaş unuttuk. Egomuz haklı çıkma adına bize istediğini yaptırdı. Bu işlere dalınca da pek çok güzelliği unuttuk, hayatımızdan çıkardık.
En önemlisi de o içimizdeki zindana koyduğumuz çocuğu unuttuk. Bir gerçeği ise hiç idrak edememiştik. Aslında o çocuğun yanında bırakmıştık her güzelliğimizi, yeteneklerimizi, cesaretimizi, özgürlüğümüzü, yani bu dışarıdan bekleyip bulamadığımız her şey ama her şey orada onunla birlikte duruyordu; kullanmak için almamızı bekliyordu. Daha da önemlisi o bizi evrendeki tüm enerjiye bağlayan, iletişime geçiren asıl gücümüzdü.
Sonra biz ne yaptık?… O zindanla aramıza bir sürü şey gömdük… Tüm başarısızlıklarımızı, tüm ağrılarımızı, tüm acılarımızı… Her mutsuz oluşumuzda içimizde kocaman katmanlar oluşturduk bizle biz arasında. Yükümüzle birlikte ağırlığımızda arttı, artık hep yorgunduk her yere yanımızda taşıdığımız olumsuzluklarımızla… Ee ne oldu, buna da alışıverdik, nasılsa hayat buydu, bu verileri de egomuz alıp baştacımız yapıverdi bize.
Çoğu insan işte tam da bu gerçeklerle yaşıyor… Ama durun, bu hep böyle değil; bazılarımızın iç sesi bir gün bu zindandan çıkmak istediğinde, oradaki yalnızlıktan bıktığında çok güçlü bağırıyor ya da hayat öyle bir şey koyuyor ki önümüze birden gözümüz açılıyor ve kendimizi uyuşturmayı bıraktığımız bir an geliyor; gerçekten acıtan şeyi hayatımızdan atmak adına hissedebiliyoruz içimizi. Birdenbire üçüncü gözümüz açılıveriyor ve tüm içimizi aydınlatıyor. Anlıyoruz herşeyi.
İşte orada bir mucize gerçekleşiyor. Biz silkelenip ayağa kalkıyoruz son savaşımızı vermek için. Gidip egomuzun karşısına dikiliveriyoruz. Ve hep korkan, sindirilmiş biz, egomuzu tek bir darbeyle yıkıveriyoru… Evet, yanlış duymuyorsunuz, yanlış görmüyorsunuz, yanlış hissetmiyorsunuz: Tek bir darbeyle.
Sonra o kaçıyor sizden, sizse unuttuğunuz derin nefesi şimdi içinize çekiyorsunuz. Tüm idareyi alıyorsunuz, bakıyorsunuz yapılacak işler var. Başlıyorsunuz yapmaya ve başlayınca birden içinizdeki zindana bıraktığınız çocuğu hatırlayıveriyorsunuz. Yolu biliyorsunuz, hemen içinize inip çıkaracaksınız onu çünkü o asıl doğruları size veren.
Ama, bunlar da ne?… Yol kapanmış, bi sürü gereksiz olumsuzluk birikmiş içinize. Sonra içinizdeki çocuğu unuttuğunuz geliyor aklınıza. Hemen bir çaresini bulup ondan özür dileme isteği kaplıyor içinizi; özür dileyip onunla barışacaksınız.
İşte tam o an geliyor ne yapmanız gerektiği. Alıyorsunuz bir dinamit -ki herkesin dinamiti farklıdır; koyuyorsunuz kütlenin etrafına ve patlatıyorsunuz… Tüm yükler paramparça şimdi. Yol açıldı. Hemen giriyorsunuz doğru yola ve geliyorsunuz içinizdeki çocuğun yanına, kapıyı çalıyorsunuz heyecanla.
Hemen açıyor kapıyı, hep beklemiş sizi orada. Yanında da bir sürü, eskiden görmediğiniz hatta bazılarını bilmediğiniz hediyeler, kendi yetenekleriniz, kendi hayat coşkunuz. Alıyorsunuz yanınıza hepsini kucaklayarak tek tek, çıkıyorsunuz yukarıya, artık hep yanınızda onlar.
Sizse, kendinizi gerçekleştiriyorsunuz.
Veeeeeee, size MÜJDE, hepimizin içinde hatırlama gücü var. Ben yaptım, sizde yapabilirsiniz. Belki de bu yazı size hatırlatıverdi bile.