Yine bir Kurban Bayramı yaklaşıyor. Yine her yer kan gölüne dönecek. Yine nice hayvan acemi kasapların bıçağıyla acılar içinde, kıvrana kıvrana, gaddarca öldürülecek. Yine nice çocuğun duygusal dünyasında derin yaralar açılacak.
İlkel dönemlerde tanrılar için insanlar kurban ediliyordu. Daha sonra tanrılar için hayvanlar kurban edildi. Amaç, tanrılara yaranmaktı. Böylece tanrılar kan döken kişilere ya da kabileye torpil yapacak, onları koruyup kollayacaktı.
“Kurban etmek” ritüeli ne adına yapılırsa yapılsın ilkel insanın ilkel bir geleneğidir.
2000 yılıydı, Siyaset Meydanı programına konuk olan Hüseyin Hatemi’nin o ağır çekim konuşmasını ilk kez sonuna kadar dinliyordum. Konu kurban kesmekle ilgiliydi.
O güne kadar çok az insan kurban katliamını eleştirmiş, üstelik bunu da dini dogmaları pek karşılarına almadan, cılız sesle dile getirmişlerdi. Ama ilk kez Müslüman kesimin “otorite” olarak nitelendirdiği bir isim açıkça, “Kurban bayramında kurban kesmeyin. Bu uygulamanın dinde yeri yoktur. Tanrı şizofrenik emirler vermez. Bayram, kavurma şölenine döndü. Hayvan boğazlamak bir ibadet olamaz. Beslenmek için hayvan kesmeye evet ama ibadet için hayır!” diyebilmişti ve sözünü “Kesme Recep din kardeşiyiz” diye bitirmişti.
SAYFA-BOLUMU
“Kuran’da hac hariç kurbanla ilgili tek bir ayet yoktur”
Hatemi’nin bu sözlerinin Türkiye’de büyük bir sorgulama sürecinin başlangıcı olacağını sanıyordum. Tabulaşmış, ilkel ve vahşi bir geleneğe, hem de “İslam uzmanı” biri tarafından karşı çıkılması içimi tarif edilmez bir sevinç duygusuyla doldurmuştu. Programda diğer İslam “otoriteleri” bu ilkel geleneğin akla ve Kuran’a uygunluğunu tartışarak seyirciyi aydınlatmak yerine Hatemi’nin “din otoritesi” olmadığı konusuna yoğunlaştılar. Hem de Hatemi’nin “Kuran’da hac hariç kurbanla ilgili tek bir ayet yoktur” iddiasına karşı çıkacak bir kanıt göstermeden.
Bu “din otoritelerinden” farklı bir tavır beklemiyordum zaten. Bilgisizliklerini şişkin egolarıyla ve unvanlarıyla örtbas etmeye çalışmakla ve Hatemi’ye saldırmakla meşgullerdi.
Bu programın üzerinden onca yıl geçti. Değişen ne oldu?
Hayvan severler sokak hayvanları için seslerini yükseltirken iki milyon hayvanın bir iki günde katledilmesine niye yeterince ses çıkarmıyor?
Hümanistler, ateistler, Kuran okumuş dindarlar, psikologlar, psikiyatrlar, sivil toplum örgütleri, duyarlı bireyler niye yeterince ses çıkarmıyor?
Bu katliam din adına yapıldığı için mi ses çıkmıyor?
Birileri ses çıkarmasaydı Ortaçağdaki cadı avı ve din adına kurulan engizisyon mahkemeleri nasıl ortadan kalkacaktı?
Müslümanların çoğu, gelenekleri sorgulamadan sahiplenerek sevaba girmek için hayvan kurban ediyor. Siz sevaba gireceksiniz diye bedelini niye hayvancıklar canıyla ödesin?
Bunca günah işlenmese sevap kazanmaya da böylesine ihtiyaç duyulmaz.
Bu gezegende yaşayan tüm hayvanların insanlara hizmet etmek için yaratıldığına inanmak ben- merkezci ve kibirli bir dini anlayış! İnsan, Tanrının gözünde niye bir karıncadan daha üstün olsun? Bu türsel ayrımcılığın ta kendisi değil mi? Ne yazık ki “kesin inanç” ve “sorgulama” sözcükleri doğaları gereği yan yana gelemiyor.
SAYFA-BOLUMU
Öldürmenin “Kutsallığı”
Doğada bir beslenme zinciri vardır. İnsan beslenmek için hayvanları avcılık döneminin başlangıcından beri öldürdü. Ama beslenmek için, sevap kazanmak için değil. İlkel dediğimiz Aborijinlere, Kızılderililere, doğa ile iç içe yaşayan kabilelere bakın. Onlar kendilerini doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görüyor. Onlar da hayvan eti yiyor. Semavi dinler ortaya çıkmadan önce de hayvan avlıyorlardı, şimdi de. Ama bir hayvanı avladıklarında hayvana saygılarını sunuyor, kendilerine canını ve etini sunduğu için hayvana teşekkür ediyorlar. Tanrıya yaranmak için öldürmüyorlar. Aynı şükranı beslendikleri bitkilere de duyuyorlar çünkü “doğa merkezli” bir yaşam sürüyorlar, insan merkezli değil.
Katledilen hayvanların bizim gibi hissetmediğini ve acı çekmediğini varsayan “insan merkezli” inancın, geçmişin “dünyanın öküzün boynuzları üstünde durduğu” inancından pek farklı olmadığını görebilmek için bakalım daha ne kadar zaman geçecek? Kurban edilen hayvanlar tıpkı bizim gibi memeli türler. Tıpkı bizim gibi doğuruyorlar. Tıpkı bizim gibi yavrularını tanıyor, kokluyor, onları emziriyor, koruyup kolluyorlar. Sinir sistemleri bizimki kadar gelişkin ve acıya hassas.
Kurban katliamının çocukların ruhsal dünyasında yarattığı tahribatın, öldürmenin “kutsallığı” kavramını körpecik beyinlere yerleştirmenin “günahını” temizlemeye kurban ibadetinin (!) “sevabı” asla yetmez, yetemez!
Kurban kesmenin amacının fakirlere kurban eti dağıtarak sevap kazanmak olduğu söyleniyor. Yani Tanrının yarattığı canlılardan biri olan insan, aynı Tanrının yarattığı diğer canlıları boğazladığında sevap kazanıyor. Tanrı böylesine adaletsiz bir emir verir mi?
Amaç muhtaç insanlara yardım etmekse ille de öldürmek, kan dökmek mi gerek? İnsanlara yardım etmenin bin bir yolu var. İlle de kan dökmek niye?
Esas soru şu olmalı:
Niçin insanlar muhtaç? Onları muhtaç duruma düşüren kim? Nasıl bir düzen? Nasıl bir anlayış?
Açlarla toklar arasındaki ekonomik uçurumun günahı kurban katliamından umulan sevaplarla giderilemez.
“Tanrı”nın yarattığı canlının kanına mı ihtiyacı var? Yoksa insan mı kana susamışlığını bir türlü gideremiyor?
SAYFA-BOLUMU
Kurbana Karşı Çıkıyorsan Niye Et Yiyorsun?
Kurban savunucuları sıkça şunu söyler. “Kurban kesilmesine karşı çıkıyorsun ama et yemiyor musun? Onlar da kesilmiyor mu?”
Burada karıştırılan temel nokta hayvan kesmenin altında hangi niyetin yattığıdır. Amaç beslenmek mi, cennette yer kapmak için sevap kazanmak mı?
Bir başka karıştırılan nokta da hayvan haklarını savunmak, hayvansever olmak, evinde evcil hayvan beslemek için kişinin önce vejetaryen olması gerektiği inancıdır. Oysa hayatın bugünkü gerçeği bu değil. Hayvan haklarını savunanlar arasında vejetaryen olan da var, olmayan da.
Kurban bayramı denilen, ortalığı kan gölüne çeviren, çocukların psikolojilerini bozan ve hayvanlara acı çektirerek vahşice yapılan toplu katliama dur demek için önkoşul olarak vejetaryen olmak gerekmiyor. Bazı insanlar arada bir et yeseler de “sevap kazanmak” adına yapılan bu katliama duyarlı olabilirler. Bazıları evlerinde evcil hayvan beslerken et yemeye devam edebilir… Kimileri sadece memeli olmayan hayvanları (tavuk, hindi, balık) yemeyi seçebilir. Kimileriyse hayvanların etini yemez ama süt ve yumurta gibi hayvansal gıdalarla beslenebilir. İnsan denilen varlığın beslenme seçimi öylesine çeşitli ki.
“İbadet adına hayvan kesmeye hayır!” diyebilmek, insanın uygarlaşma sürecinin ilk adımıdır.
Uygarlaşmanın ikinci adımı ise beslenmek adına hayvan öldürmemektir. Bunun için de sözü Leonardo da Vinci’ye bırakalım:
“Bir zaman gelecek insanlar hayvanların ne adına olursa olsun öldürülmesine, insanların öldürülmesine karşı çıktıkları gibi karşı çıkacaklar.”
Geleceğin insanının en azından memeli hayvanların etini yemekten vazgeçeceğini düşünüyorum…
Son söz ise Pisagor’un: “İnsan diğer türleri gaddarca yok ettiği sürece sağlığı ve barışı asla bilemeyecek. İnsan, hayvanları katlettiği sürece, birbirini öldürmeye de devam edecek.”
Değişik ülkelerde yapılan çeşitli araştırmalar hayvan haklarını umursamayan kişilerin insan haklarını da umursamadığını ortaya koyuyor. Hapishanelerde yapılan psikolojik araştırmaların ortaya çıkardığı bir sonuç hayli ürkütücü: Bile isteye cinayet işleyen insanların TÜMÜNÜN ortak noktalarından biri çocukluklarında hayvanlara eziyet etmiş olmaları. Olan şu ki gaddarlık çocuklukta öğreniliyor. İnsan gaddar doğmuyor, sonradan oluyor.
Amaç muhtaç insanlara yardım etmekse… Kan dökmeden yardım etmenin bin bir yolu var ve sevindirici olan şu ki, artık her yıl gittikçe artan sayıda insan, kan dökmek yerine başka türlü yardım yollarını seçiyor.
Yine bir Kurban Bayramı yaklaşıyor. Yine her yer kan gölüne dönecek. Yine nice hayvan acemi kasapların bıçağıyla acılar içinde, kıvrana kıvrana, gaddarca öldürülecek. Yine nice çocuğun duygusal dünyasında derin yaralar açılacak.
Yine içimiz parçalanarak televizyonlardan vahşet görüntülerini izleyeceğiz. Yirmi birinci yüzyılda ülkemize yakışan manzara bu mu?
Sevginin duyarlılığı ile hoşça olun.
Not: Bu yazı Nil Gün’ün 12 Mart 2000 tarihinde Radikal gazetesinde yayınlanan yazısının güncelleştirilmiş versiyonudur.