İçini kaplayan sevgi öylesine soyut, öylesine büyüktür ki ne sende uyanan duygunun türünü ne de sevdiğini tanımlayabilirsin.
Gece gündüz ağlarsın. Her an onu düşünür, hissedersin. Onu soluk alıp verirsin.
Beyin ve kalp denen iki organın amansız bir savaşa girmiştir sanki.
Der ki beynin: Ama benim ihtiyaçlarım, arzularım, beklentilerim, olmazsa olmazlarım…
Susturur kalbin hemen: Sus, boşver. Ne önemi var tüm bunların. Aslolan sevgidir…
Bu, teslimeyetten öte bir hal. Bu, yutulan rıza lokmasının belki de kana karışması…Bu…. Bu…. Bilemiyorum ki nasıl bir haldir… anlatamıyorum ki….
En sonunda gözlerinden çok değil birkaç damla yaş süzülür, boynunu bükersin, hüzne benzer bir duygu sarar tüm benliğini, sevdiğinden kuşkun yoktur, sevildiğini de en azından ümit ediyorsundur, ama bilirsin ki hiçbir zaman senin hayal ettiğin gibi bir ilişki olmayacaktır bu…
Boynunu bükersin ve…
Ve mahzunlaşırsın….
Bildik hiçbir duygu tanımlayamaz içindeki hali. Hepsi ve hiçbirisindir.
Teslimiyet, tevekkül dahi anlamını yitirmiştir bu noktada. Ego denen o ‘’şey’’in zerresi bile kalmamıştır.
Çaresizliğin dip noktası, teslimiyetin ve tevekkülün zirvesidir ve… ve mahzunluğun başladığı yerdir.
Artık sen de ıssız ve kurak çölleri ölümsüzlük pınarına ulaşma ümidiyle aşmaya çalışan boynu büküklerdensindir.
Mahzunlar kervanının garip bir yolcususundur…
O pınara ulaşmak için düşe kalka yürümekten başka yapacağın bir şey yoktur. Yürürsün, sadece yürürsün… Geçmiş, gelecek hepsi acizliğinin ve mahzunluğunun şimdisi içinde erimiş gitmiştir…
İşte hallerden bu hal içinde iken sen, ansızın, hiç beklemediğin anda, çölün tam ortasında, gecenin en karanlığında, kalp merkezinden yayılan ve hem içindeki hem de dışındaki alemleri pırıl pırıl aydınlatan bir ışıkla yıkanırsın…
Hasret biter, sonsuz vuslat ‘an’ı gelir. Artık, seven sevilen, arayan aranan, hepsi sende toplanmıştır.
Ve bilirsin ki bu kadar derine, bu kadar dibe inmeseydin, yok olmayı, kendini kaybetmeyi göze almasaydın asla ulaşamazdın ışığın kaynağına ve sevginin cevherine.