Uyarı: Bu yazı Nora-Bir Bebek Evi isimli eserin sonu hakkında bilgi içermektedir. Oyunu izlemek ya da okumak niyetindeyseniz bu yazıyı şimdilik geçip, sonra geri dönebilirsiniz.
Rüyalarımda sıkça gördüğüm bir olay var. Yeterince yetişkin olmadığını hatta düpedüz çocuk kaldığını düşündüğüm otuz yaşlarında bir arkadaşım vardı. Bir yıl kadar önce kendisini hayatımdan çıkarmış olmama rağmen hâlâ sıkça rüyalarımda onu görüyordum, ona hayatımdan gitmesini söylüyor, kızıp bağırıyordum. “Ayna yasası” gereği biliyordum ki bu insan benim aynam; benim çocuk yanım. Sıkça ortaya çıkarak, korkuları ile hayatın sorumluluklarından kaçmama neden olan, beni büyümekten alıkoyan mızıkçılığım. Hayallerimin kıyısına gelip gelip, adımımı atmama çelme takan oyunbozan tarafım.
Yine de sabretmekteydim. İçimdeki yetişkin sabırla beklemekteydi; inatlaşmak yerine içimdeki bu çocuğun güvenini kazanana kadar sakinleşecekti. Sonuçta herhalde kendiliğinden bıkıp vazgeçerdi, herhalde…
Sonra bir gün bir delikanlıdan çok hoşlandım. Ah dedim ne kadar doğal, olgun ve iyi bir adama benziyor, bir tanışsak keşke… Tanıştım, 22 yaşındaydı, bense 33! Üstelik sohbet ilerledikçe onun hiç de göründüğü gibi olgun olmadığını tam tersine, tam bir hayalperest olduğunu fark ediyordum. Ayna yasası işin ciddiyetini kavramam için bir tezgâh kurmuş olabilir miydi? Bana çocuk yanımın, hayatımı sandığımdan daha fazla ele geçirdiğini anlatıyor olabilir miydi? Yok canım o kadar değil. Tamam, biraz çocukça davranıyordum ama geçecekti, geçerdi, zamanla… Evet, evet zamanla…
Sonra karşıma bir kitap çıktı: Nora-Bir Bebek Evi
Henrik Ibsen’in 1879 yılında yazdığı tiyatro eseri, yetişkin bir çocuk olan Nora ile kocası Helmer’in evlilikleri üzerine kuruluydu.
Üç çocuğu olan Nora dışarıdan bakıldığında kocası tarafından el üstünde tutulan, güzel bir kadın olmasıyla gurur duyulan, katıldığı partilerde kocası tarafından bir süs bebek gibi övünülen bir kadındır. Aklı biraz havada (tamam, benim de biraz öyle), kocasına oldukça bağımlı (nispeten arkadaşlarıma ve aileme bağımlı olduğum söylenebilir ama çok yol kat ettim!), en ufak kötü bir olayda panikleyen ve en kötü senaryoları yazan (tamam bu cuk oturuyor), hayatının sorumluluğunu almaktansa koca parasına bakan (koca parası yemeye hayır demeyebilirdim) bir kadındır Nora.
Günlerden bir gün, tanıdığı biri Nora’ya şantaj yapar. Gerçekler ortaya çıkarsa Nora evliliğinin yıkılabileceğini düşünür ama içten içe de bir umut kocasının aslında ne olursa olsun kendisinden yana çıkacağına inanmaktadır. Korktuğu başına gelir, kocası Helmer gerçeği öğrenir. Helmer, öpmeye bile kıyamadığı karısına bir anda düşman kesilir. Nora yıkılır. Derken şantajcıdan, gerçeği başkasına açıklamayacağını; pişman olduğunu yazan bir mektup gelir. Tehlikenin geçmesiyle rahatlayan Helmer, Nora’ya artık onu affettiğini karılık görevine devam edebileceğini söyler.
Nora için “farkına varma anıdır” bu. Üzerini giyer, kocasını, üç çocuğunu ve tüm rahatlık alanını terk etmeye yönelir. Kocası gitmesine itiraz eder. Ama Nora artık uyanmaya başlamıştır. Uyanmaya devam etmek için tek başına kalmalı, kendi sorumluluğunu üstlenmeli, kendini keşfetmelidir. Bu adamla yabancı olduklarını anlar, yabancılığı her şeyden önce kendine olan yabanlığından kaynaklanır. Helmer yıkılır, görünen o ki Helmer ihtiyaç hissedilmeye muhtaçtır, bu nedenle o da Nora kadar bağımlıdır.
Önce baba evinde oyuncak bebek muamelesi gören Nora, şimdi de kocasının oyuncağı olmaktan artık aymıştır. Çocuklarını da terk edecektir çünkü çocukları da kendisinin oyuncağı haline gelmiştir. Helmer, gelecekte yeniden deneyip denemeyeceklerini sorar. Nora’nın cevabı nettir: “Bilmiyorum, gelecekte ne olacağımı bilemem ki.” Bu bilememe durumu aslında olumlu bir tat taşır. Bilememek, yaşama güveni, her an her şeyin olabildiği bir esneklik ile birlikte uçuk pembe bir umut taşır.
İçimdeki çocuk, yara bere içindeki çocukluk dönemini kapatamıyor (buradaki a’nın üzeri bilerek çizili, kapatamıyor ne demek, besbelli işine gelmiyor ki kapatmıyor). Beklemenin yetişkin yanımın kararı olduğunu sanırken aslında düpedüz bu çocuğun savunma mekanizması olduğunu yeni anladım. “İnsanın hayatında yaşanamamış her devir, eninde sonunda kendini tekrarlar” diye yazar kitaplar, devrin kafası atmıştır bir kere, niye yaşanamamıştır ki, illa ki deneyimlenip kapanmak ister. Yani diğer bir deyişle devir, devrin değiştiğini fark edemeyecek kadar devirsizdir artık.
Bir bedende yetişkin bir ben ile çocuk ben sıkışmış, birbirlerinden rol çalıyorlar. Aslında her biri kendilerinden yaşamı eksiltiyor; ta ki öz ortaya çıkana kadar. Dışarıdan her şeyi tarafsızlıkla izleyen öz, bir yandan izlemeye devam ederken bir yandan aksiyon alıyor. Ruhun mesajını bir tek o duyabiliyor. Öz, yola çıkıyor, sırtında “bebek, çocuk, yetişkin, ihtiyar” farklı farklı dönemleri taşıyor. Yolda ilerledikçe yükü daha da hafifliyor. Öz, ne sırttaki yük ile yoruluyor, ne geleceğe anlam yükleyerek ağırlaşıyor. İçindeki sesi dinleyerek, o anın adımlarını atıyor, içinden geldiği gibi, geleni olduğu gibi kabul ederek.
Kendini keşfe çıkan Nora, bebek evini terk ederek atar ilk adımını. Kendini gerçekleştirmeye niyet eden ben ise işe “kabul” ile başlıyorum. Ruhum, büyümeyi kabul ediyor. Bebek evini bıraktım, artık yaşamı yuvam biliyorum.