Ne geyik jaguar olmadığına hayıflanır
Ne de papatya gülün yanında boynunu büker
Ne dişi aslan erkeğin önünde küçülür
Ne de tavus kuşu heybetini saklar şahin var diye
Kendi kıymetini sahiplenir her biri sorgusuz sualsiz
“Kadının Uyanışı”, Shefali Tsabary
Osmanlı toplumunda tarihsel süreçte farklı noktalarda kendini gösteren kadın haklarının gelişim alanlarından biri de aile hukukudur. Kadınların evlilik ve boşanma konularında kazandığı haklar hem bireysel özgürlüklerin genişlemesi hem de toplumsal yapının dönüşümüne işaret eder. Her ne kadar İslami toplumlarda çok eşli evlilik modelinin yaygın olduğu inancı kabul görse de bu uygulamanın özellikle Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu coğrafyasında sanıldığı kadar sık olmadığı ve daha çok istisnai durumlarla sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Bugün din üzerinden kazanç sağlayan bazı kişilerin düşüncelerinin ve söylemlerinin aksine, Osmanlı toplumunda gerek kayıt dışı evlilikler gerekse çok eşli evlilikler nüfusa oranla son derece azdır. Ayrıca, dönemin ekonomik ve toplumsal dinamikleri doğrultusunda çocuk sayısının da genellikle sınırlı olduğu gözlemlenmektedir.
- yüzyılda Bursa’daki tereke (miras) kayıtlarına dayanılarak yapılan bir araştırma, bu konuda dikkat çekici veriler sunar. Toplam 717 tereke kaydının yalnızca 59’unda erkeklerin birden fazla eşe sahip olduğu görülür. Ayrıca, bu tür evliliklerin temel nedeninin genellikle ilk eşten çocuk sahibi olamama durumu olduğu da anlaşılmaktadır.[1] Bu durum, çok eşliliğin toplumsal bir normdan ziyade, bireysel ve pratik bir çözüm arayışıyla ilişkili olduğuna işaret eder. Dahası, Osmanlı dönemi ahlâk anlayışında tek eşlilik önemli bir yer tutar. 16. yüzyılın önde gelen ahlâk felsefecilerinden Kınalızâde Ali Çelebi, tek eşliliği şu sözlerle savunur:
“Erkek, ilk eşiyle yetinip, üzerine başka kadın ve cariye almamalıdır. Erkek evde tendeki can gibidir. İki bedene bir can olmadığı gibi, iki eve de bir erkek yakışmaz.”
Kınalızâde Ali Çelebi’nin bu sözlerinin toplumda da geniş bir kesim tarafından kabul gördüğünü Bursa örneğinde yapılan incelemelerde çok eşli evliliklerin oranının tüm kayıtlar içinde yalnızca %5 civarında olmasından anlaşılabilir. Ayrıca, Osmanlı toplumunun genelinde bu oran bütün evliliklerin %10’ununu hiçbir dönemde geçmez.
Osmanlı hukukunda boşanmalar ise genel olarak üç farklı şekilde gerçekleşmiştir: Taraflardan birinin iradesiyle yapılan boşanma (talak), hastalık, şiddetli geçimsizlik veya madde bağımlılığı gibi sebeplerle hâkim kararıyla yapılan boşanma (tefrik) ve kadının belli bir bedel ödeyerek kocasının izniyle boşanmayı talep etmesiyle gerçekleşen boşanma (muhala). Tanzimat Dönemi mahkeme kayıtları incelendiğinde, özellikle kadınların muhala, yani maddi bedelini ödeyerek kocalarından boşanma yöntemine başvurdukları görülmektedir. Bunun yanında, Tanzimattan çok daha önceki dönemlerden de ilgi çekici mahkeme kayıtlarına ulaşmak mümkündür. Örneğin, 1628-1643 yılları arasında Beyoğlu’ndaki Hasköy Mahkemesi’nde görülen 632 dava incelendiğinde, bunların 41’inin boşanma ile ilgili olduğu, bu boşanmaların 37’sinin ise muhala yöntemiyle gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. Bu kayıtlarda, kadınların 300 ile 5000 akçe arasında değişen bedeller ödeyerek kocalarından boşandıkları görülmektedir. Bu tür boşanmalar, kadınların ekonomik özgürlüklerini kazanmaya başladığı bir dönemin habercisi olarak yorumlanabilir.[2]
Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüzyıla gelindiğinde Mecelle olarak da bilinen modern anlamdaki medeni hukuk kanun düzenlenmesine benzer bir hukuki düzenleme yapılır. Ancak Mecelle özel olarak aile hukukunu kapsamaz. Bu boşluk İttihat ve Terakki Partisi’nin yönetimi altında, 1917’de çıkarılan Hukūk-ı Âile Kararnâmesi ile giderilmeye çalışılır. 1926’daki İsviçre Medeni Kanunu’nun benimsendiği tarihe kadar yürürlükte kalan bu kararnamede yer alan aşağıdaki maddeler özellikle öne çıkar:
1- Resmî Nikâh Zorunluluğu: Evliliklerin resmî kayıt altına alınmasını zorunlu hâle getirmiştir.
2-Polijininin Sınırlanması: Erkeklerin birden fazla eşle evlenmesi belirli şartlara bağlanmış, kadınlara tek eşlilik şartı koyma hakkı tanımıştır.
3-Boşanma Düzenlemeleri: Boşanma süreçlerini daha düzenli ve denetlenebilir hâle getirmiştir. Kadınlara da haklarını arama imkânı tanımıştır.
4-Miras ve Nafaka Hakları: Kadınların ekonomik haklarıyla ilgili düzenlemeler getirmiştir.
Kararname, şer’i hukuktan, laik hukuka geçiş sürecinin en önemli aşamalarından biri olarak görülür. Bu düzenleme, Osmanlı toplumunda kadın haklarının güçlendirilmesi ve aile hukukunun modernleştirilmesi adına önemli bir adımdır. Kararname’de bulunan tek eşli evlilik şartı hakkını kullanan ilk çift ise Halide Edip Adıvar ve eşi Salih Zeki Bey’dir. Salih Zeki Bey’in ikinci bir eşle evlenme isteği üzerine, Halide Edip Adıvar bu hakkını kullanarak kendisinden boşanmayı tercih etmiştir. Dönemin kadınları için önemli bir model teşkil eden bu olay, kadının bireysel tercih hakkını öne çıkaran bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir.
Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nden sonra, Türkiye’de aile hukuku alanındaki en önemli düzenleme, 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu’dur. Bu kanun Cumhuriyet’in ilanından sonra kabul edilen en kapsamlı hukuk reformlarından biri olmuştur. Medeni Kanun’un kabulüyle, tek eşlilik zorunluluk hâline getirilmiş; evliliklerin yalnızca resmî nikâhla tanınması sağlanmış; kadınlar, boşanma, mal paylaşımı ve velâyet gibi konularda erkeklerle eşit haklara sahip olmuştur.
Yaklaşık 100 yıl önce hazırlanan Türk Medeni Kanunu toplumun kimi ihtiyaçlarını karşılamadığı için 2002’de reforma tabi tutulmuş ve özellikle çocukların yüksek yararına uygun maddeler eklenmiştir. Bunun yanında, mal rejimi ve nafaka üzerinde de çeşitli yenilikler gerçekleştirilmiştir. Ancak 22 yıl önce düzenlenen bu yasanın da özellikle aile içi şiddeti önleme ve caydırıcılık noktasında zayıf kaldığı her geçen gün daha da görünür olmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, dünya genelinde her üç kadından biri, partneri veya yakın bir aile üyesi tarafından fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Birleşmiş Milletler Kadın Birimi’nin (UN Women) 2023 raporu ise COVID-19 küresel salgını sırasında “gölge pandemi” olarak adlandırılan bir olguya dikkat çekmiştir: karantina koşulları, aile içi şiddet vakalarını ciddi şekilde artırmıştır.
Türkiye’deki durum da bu tablodan pek farklı değildir. 2019’da yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye, %38 oranıyla OECD ülkeleri arasında kadına yönelik şiddetin en yüksek olduğu ülke olarak ilk sırada yer alırken, onu %37,4 ile Kolombiya takip etmektedir. Daha güncel veriler de iç karartıcıdır: 2023 yılında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 315, şüpheli şekilde ölü bulunan kadın sayısı ise 248 olarak kaydedilmiştir. Bu trajik rakamlar, kadına yönelik şiddetle mücadelede acil reformların gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ancak yalnızca yasa çıkarmak yeterli değildir; şiddete meyilli erkeklerin rehabilitasyonu için kapsamlı sosyal ve psikolojik destek programlarının hayata geçirilmesi de bir zorunluluktur.
İş kazası raporlarından aşina olduğumuz “ramak kala” ya da “tehlikeli olay” olarak adlandırılan kavram, yaralanma, sağlık sorunları ya da ölümle sonuçlanmadan gerçekleşen olayları tanımlamak için kullanılır. Bu terim, hasarsız olay, kıl payı atlatma ya da tehlikeli oluşum şeklinde de ifade edilir. İstatistikler, ciddi ya da ölümlü bir kazanın gerçekleşmesinden önce yaklaşık 300 kez benzeri olayların yaşandığını göstermektedir. Bu durum, ölümlü iş kazalarının önlenmesinde kritik bir role sahiptir.
Benzer bir yaklaşımı kadın cinayetleri bağlamında da ele alabiliriz. Cinayet işlenmeden önce failin, yüzlerce kez ramak kala teşebbüsünde bulunduğunu varsaymak mümkündür. Kadınların seslerini duymazdan geldiğimiz ve yardım çağrılarına kulak tıkadığımız sürece, bu ramak kala cinayetler, zamanla resmî cinayet istatistiklerine dönüşmekte ve bireylerin soğuk rakamlar olarak kayıtlara geçmesine yol açmaktadır.
Bireysel öykülerde saklı bu çığlıklar, sadece birer sayı değil; toplumun kolektif vicdanını, kadınların yaşam haklarını ve insani değerleri ilgilendiren bir meseledir. Ramak kala olaylarına müdahale etmek, yalnızca cinayetlerin değil, kadınların varoluş mücadelelerinin de tanınmasını sağlayacaktır. Toplumun her kesimini kapsayan ciddi önlemlerin alınması, kadınların temel haklarını korumanın yanı sıra daha adil ve güvenli bir geleceğin kapılarını aralayacaktır.
Betül Özbay
[1] Ö. Düzbakar, Osmanlı Toplumunda Çok Eşlilik: 1670-1698 Yılları Arasında Bursa Örneği, OTAM, 2008, s.85-100.
[2] Ç. Akbulut, Geçmişten Bugüne Türk Yazınında Kadının Temsili, s. 1-13.