“Ne kadar asude Hapishane
Kasvetli parmaklıklar ne hoş
Bu güvenliği Bir Despot değil
Yeraltının Kralı sağladı
Eğer hepsi buysa kaderin
Bir Zindan erkek akrabalar
Hapishanedir – Yuva”
Emily Dickinson “How soft this Prison is”
Osmanlı toplumunda kadınlar, mensup oldukları din veya sınıftan bağımsız olarak, sosyal yaşamın belirli kurallarına uymak zorundaydılar. Padişah fermanlarında, kadınların giyim kuşamlarından sosyalleşme alanlarına kadar birçok konuda kısıtlamalara tabi tutuldukları açıkça görülmektedir. Kadınların toplumsal hayatta görünürlüğünün artmasıyla birlikte, bu alandaki düzenlemeler de fermanların sayısında bir artışa yol açmıştır. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren saray ve kent kadınlarının kamusal alanda daha sık yer almaları ve mesire alanlarını sosyalleşme mekânı olarak tercih etmeleri, peşi sıra çıkarılan fermanlarla toplumsal düzenin muhafazasını amaçlayan bir dizi müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Örneğin, Sultan II. Selim’in 1573 tarihli fermanında, kadınların kaymakçı dükkanlarına girmelerini yasakladığını görülür. Eyüp kadısına gönderilen bu hükümde, kadınların kaymak yeme bahanesiyle kaymakçı dükkanlarında oturdukları ve burada, kendilerine namahrem olan erkeklerle ahbaplık ettikleri ifade edilerek kadınların bunun gibi uygunsuz davranışlarda bulunmasının yasaklandığı buyrulur:[1]
“Kaymakçı dükkânlarına bazı nisa taifesi (kadınlar) kaymak yemek bahanesiyle girip oturup namahremle cem’ olup hilâf-ı şer’ işleri vardır diye Müslümanların haber verdiklerini bildirmişsin; bu bâbda ihmal caiz değildir. Kadınlar kaymakçı dükkânlarına gitmeyeceklerdir. Gelen kadınların dükkâna alınmamasını dükkân sahiplerine şiddetle tenbih et. Tenbihini dinlemeyen ve dükkânına kadın müşteri alan dükkân sahibini muhkem cezaya çarptır.”
Kadınlara kamusal alanda getirilen yasaklar elbette II. Selim’le sınırlı kalmamış, Sultan III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde de artarak devam etmiştir. Özellikle II. Mahmut döneminde sınırlamaların iyiden iyiye arttığı kadınların dükkânlara girmelerinin sınırlandırıldığı, dahası mağaza ve dükkânların mutlaka dışarıdan görülecek şekilde, şeffaf büyük camlara sahip olması gerektiğine dair emirler verilmiştir.
Müslüman kadınların İslami yaşam tarzına uygun olmayacak kıyafetler giymeleri, erkeklerle bir arada bulunmaları, Gayrimüslim kadınlara özenerek farklı kıyafetler kuşanmaları çıkarılan fermanlarla tekrar ve tekrar yasaklanır.[2] Öte yandan, bu fermanların tekrarlanması ardı arkası kesilmeyen yasakların çok da işe yaramadığına işaret ediyor olmalıdır. Özellikle, Müslüman kadınların giysisi başörtüsünden feraceye, ayakkabılara, giysilerin renklerine değin her seferinde çıkarılan fermanlarla yeniden tanımlanmış, onları Gayrimüslim kadınlardan ayrıştırma gayreti içine girilmiştir. Ayrıca, bu yasaklara uymayan terzileri de ağır kürek veya sürgün cezalarına mahkûm eden hükümler de çıkarılmıştır.
- yüzyıldan 19. yüzyılın sonuna kadar kadınlar dışarı kıyafetlerinde, ferace (uzun kollu yakasız bol kıyafet; uzun ve geniş omuz örtüsü) ve yaşmak (yüz ve baş örtüsü) kullanmışlardır. Feraceden sonra Osmanlı kadınlarının en çok tercih ettiği sokak giysisi olan çarşaf ise ilk kez II. Abdülhamid zamanında ortaya çıkmıştır. Fakat daha sonra, Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte, kadın modası ve giyimi de baskıdan kurtulunca, Avrupa modasına bağlı olarak etekler daralmış, bu dar elbiselerin üstüne çarşaf yerine elbiseyle aynı kumaştan pelerinler kullanılmıştır. 1918’e gelindiğindeyse çarşafın özellikle büyük şehirlerde unutulmaya yüz tuttuğu görülür. Dönemin önemli kadın dergilerinden Kadınlar Dünyası’nda, kadınların giyim kuşamına dair çıkan 1914 tarihli bir yazıda, özellikle peçe ve çarşaf kadınları aşağılayan bir kıyafet olarak kötülenmektedir:
“Şeriat-ı Muhammediye’de peçe yoktur. ‘Vardır’ diyenler, ispatlasın. Eğer şeriatta peçe olsaydı şahitlik anında hâkimin huzurunda ‘yüzünüzü açın’ teklifi bulunmaz idi, kadının şehadeti dinen makbuldür. Peçe ahlaki de değildir. Çünkü kalın bir peçenin bol bir çarşafın içinde ne komediler döner. Bir kere peçe örtüldü mü, ister babanın yanından kaç, ister kocanın, şeytan bile tanıyamaz!” (Kadınlar Dünyası, 1914, 124: 3).
Bunun yanında, Dergi’de güncel modayla ilgili de pek çok makale, fotoğraf, ilan bulmak mümkündür. Bu yıllarda İstanbul modası ile Paris, Londra modasının çok benzer olduğu yine dönemin kadın dergilerindeki yazı ve resimlerden takip edilebilmektedir.
Şekil 1: Kadınlar Dünyası Dergisi, “İlk Bahar Mağazası, Son Moda Bluz Modelleri”
Daha sonra, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, toplumun kılık kıyafet düzeniyle ilgili de önemli kanunlar çıkarılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan devrimlerde özellikle erkeklerin kıyafetlerini düzenleyen 1925 Şapka Kanunu ve 1934 Kisve Kanunu öne çıkarken kadınların tamamını kapsayan herhangi bir yasanın oluşturulmadığını görmekteyiz.
Kadınların giyim kuşamına dair ilk düzenleme girişimi olarak 1924’te Maarif Vekâletince yapılan kadın öğretmenlerin derslerde ferace giymesini yasaklayan kanun sayılabilir. Ayrıca, yerel yönetimlerin bu noktada daha katı bir tutum içerisinde olduğu da anlaşılmaktadır. Örneğin, Tirebolu Belediyesi 7 Ekim 1926’da kadınların peçe takmasını yasaklamış; 48 saat içinde peçelerini çıkarmayan kadınların tutuklanacağını ilan etmiştir. Benzer kararların Trabzon, Sivas, Muğla, Maraş, Yozgat, Sinop’ta da alındığı görülür. Atatürk ise kadınların kıyafetleriyle ilgili olarak çeşitli yerlerde tavsiye niteliğinde söylemlerde bulunur. Aşağıda, Atatürk’ün Şapka Nutku’ndan yapılan sadeleştirilmiş alıntı yer almaktadır:
“Toplumun temeli aile hayatıdır ve aile kadın ve erkekten oluşur. Kadınların örtünme konusuna dair gözlemlerimde, özellikle kasaba ve şehirlerde kadınların yüzlerini ve gözlerini tamamen kapattıklarını gördüm. Bu sıcak mevsimde, bu durumun onlar için eziyet verici olduğunu düşünüyorum. Bu kısmen erkeklerin bencilliğinden kaynaklanıyor. Ancak kadınlarımız da bilinçli ve düşünebilen insanlardır. Ahlaki değerleri onlara aktarıp zihinlerini aydınlattıktan sonra onların yüzlerini dünyaya göstermelerinden korkmamalıyız. … Hanımefendi ve Beyefendi arkadaşlarım; size malum olan bir gerçeği kısa bir cümle ile tekrar arz edeceğim; beni mazur görün. Medeniyetin coşkun seli karşısında direnmek beyhudedir. O gafiller ve itaatsizler için çok acımasızdır. Dağları delen, göklerde süzülen, görünmeyen en küçük zerreden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, araştıran medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında, Orta Çağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya veya en azından esir ve zelil olmaya mahkûmdurlar.” (Şapka Nutku, 29 Ağustos, 1925)
Kadınların giyim tarzı, yüzyıllar boyunca erkekler tarafından belirlenen kurallarla sınırlanmış, ev kıyafetleri ile dışarı kıyafetleri katı çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. İlk kez 1910’larda kadın hareketleri için mücadele eden cesur kadınların sesleri yükselirken, bu köhne giyim geleneklerine de meydan okunmaya başlanmıştır. Ancak bu meydan okumanın sonuçları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yavaş yavaş görünür hâle gelmiştir. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. yılını kutladığımız şu günlerde pek çok toplumsal gelişmeye rağmen, kadınlar, erkek egemen sistemin kıskacı altında hâlâ geleceğe dair belirsizlik ve endişe taşımaktadır. Diğer yandan, büyükannelerimizin bir asır önce kendi içlerinde buldukları cesaretten ilham alarak aydınlık günlere yürümekten de geri durmayacaktır.
[1]Serpil Çarkır, Osmanlı’da Kadınların Mekânı, Sınırlar ve İhlaller, Varlık Yayınları, 2009: 76-101.
[2]İlgili fermanlarla ilgili ayrıntılı bilgiye Osman Nuri Ergin’in hazırladığı Mecelle-i Umûr-ı Belediyyeadlı kapsamlı eserinden ulaşılabilir. (Tıpkıbasım: Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı, 1995).
Betül Özbay