“Kızım sen onlarla yarışma, onlar erkek.” Küçükken annemden en sık duyduğum sözlerden biriydi. Yine de beni pek durdurmazdı.
Çocukken oyunlar hep kızlı erkekli oynanırdı. Beraber yüzer, bisiklete beraber biner, elimizde top birbirimizi kovalardık. Ben de güçlü bir çocuktum. Yarışmayı ve rekabeti de hep eğlenceli bulmuşumdur.
Oyunların içinde hep bir yarış da yok mu zaten? Güzel güzel çevirirken pedalları biri mutlaka bağırır “Hadi bakalım, ilerideki çeşmeye ilk kim varacak?” Kumsaldaysak, hangimiz taşı suda en fazla sektirecek? Denizdeysek, şu mavi kayığa kadar kim suyun altından en çabuk gidebilecek? Zaten kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey de yoktu. Herkes o kayığa varırdı ve bu kez dipten kum çıkarmaya girişirdik. Önemli olan hep beraber eğlenmekti.
Dediğim gibi, oyunlarda iyiydim. Denizdekilerde çok iyiydim. Yine de beni her yarışta geçen bir kişi vardı. Olsundu, ben de zaten ona âşıktım. Âşıktım derken…
Sahilden bizim eve giden dar ve karanlık bir yol vardı. Yürüyerek iki, koşarak bir dakika süren ve iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar bir yol. Yalnızca komşular kullandığı için bu yolu, gece tek başımayken bile “Karşıma yabancı biri çıkar mı” gibi bir düşünce aklıma gelmezdi ama yol üzerindeki evlerin ışıklar yanmadığında -ki çoğunlukla yanmazdı- yol kenarındaki ağaçların gölgeleri ve ayaklarıma değen otlar kalp atışlarımı hızlandırırdı ve o yol bitmek bilmezdi. Böyle zamanlarda gözümü kapatır ve yalnız olmadığımı, onun arkamdan yürüdüğünü hayal ederdim. Bir de eşli oyunlarda beni seçtiğinde çok mutlu olurdum. Daha ne olsun? Tek basamaklı yaşlardan bahsediyorum.
O zamanları düşünürken şu manzara geliyor gözümün önüne. Denizden çıkmış, sahilde bankta oturuyoruz. Ortada ben, sağımda ve solumda iki erkek arkadaşım. Bize göre biraz daha yapılı olan arkadaşın göğüsleri, benim olmayan göğüslerimden büyük. Bu arada evet, ben ortaokula kadar bikinilerimin üst kısmını giymedim. Gerek yoktu. Son sene bir teyzenin beni yolda durdurup “Kızım sen üstsüz müsün?” dediğini hatırlıyorum. Asık suratlı ve sürekli ağzını aça aça sakız çiğneyen bir kadındı.
Neyse, biz birbirimizi günler de birbirini kovalarken, bir gün kızlardan biri heyecanla gelip “Çabuk toplanın bir şey anlatacağım” dedi. Kuzeni ya da teyzesi evlenecekti o günlerde. Evdeki kadınlar bunun yanında düğün gecesiyle ilgili bir şeyler konuşmuşlar. Bizimki de bu yeni bilgiyi hemen bizimle paylaşmak için koşmuş. Neyse, erkeklerden uzak bir yere havluları yan yana serdik pür dikkat dinliyoruz. Efendim işte şöyle oluyormuş, böyle oluyormuş… Anlatıp bitirdi. Biz ilk şaşkınlığı yaşarken gruptan başka bir kız söze girdi. “Ben de duymuştum. Hatta şöyle şöyle de oluyormuş” diye olayı bir adım daha ileri taşıdı. Sonra hepimiz sustuk.
Benim, ayıptır söylemesi, doğuştan gelen bir analitik düşünme yeteneğim vardır. Az ilerideki erkeklere şöyle bir baktım. (Sene 90 falan. Erkekler henüz şort mayoya geçmemişler) Sonra kendimi bir düşündüm ve bahsettikleri şeyin fiziksel olarak mümkün olmadığına kanaat getirdim.
Sessizliği bozup ulaştığım bu sonucu açıkladığımda benim gibi düşünenler de oldu, “Ama oluyormuş işte” diyenler de. Biraz tartıştık ama ortak bir karara varamadık. İsteyen istediğine inanır, ben düşüncemden emindim. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Akıl var, mantık var!
Burada izninizle o kocaman gözlü küçük Çağdaş’ı sımsıkı kucaklayıp yanaklarından kocaman kocaman öpüyorum.
Sonra bir yaz buluştuğumuzda bir şeyler farklıydı. Benim bikinimin üst parçasını giymek için sebeplerim vardı, erkeklerin ise çatlak sesleri. O yaz her şey değişti. Erkeklerin en çelimsizi bile yüzmede bana kafa tutmaya, koşuda ise geçmeye başladı. Bu duruma acayip bozuluyordum.
Sonra her şey daha da değişti. Birbirimizi kovalamayı, kumla oynamayı bıraktık. Biz kızlar tırnaklarımızın nasıl göründüğünü önemsemeye, yüzük takmaya filan başladık. Erkeklerse akşamları saçlarına jöle sürmeye…
Çocukluktan genç kızlığa geçişimiz sanırım tam o noktada oldu. Kocaman gözlerimizle dünyaya bakmayı bırakıp, kendimize bakmaya, kendimizi dışardan görmeye başladığımız anda.
Genç kızlıktan kadınlığa geçişse aşağı yukarı Feyhan Güver’in çizdiği ve üniversite yıllarım boyunca duvarımda asılı olan aşağıdaki karikatürdeki gibi. Biz o kırılgan genç kızlar, 20’li yaşlarla birlikte hayatı deneyimledikçe, ona meydan okudukça, düşüp kalkarken gücümüzün farkına vardıkça, yaralarımızı iyileştirmeyi öğrendikçe, kendimizi tanıyıp sevdikçe kadın olduk.
Bunun, kimliklerimizde yazan medeni durumumuz ile hiçbir ilgisi olmadı. Diyeceğim odur ki, zorla evlendirilmiş, hatta belki anne olmuş bile olsa 12 yaşında bir kız çocuğu 12 yaşında bir kız çocuğudur. Aynı şekilde, isterse hiç evlenmemiş hatta hiç sevişmemiş olsun 30 yaşında bir kadın da 30 yaşında bir kadındır. Kız mıdır kadın mıdır bilemeyenler için bu bakış açısının yardımcı olabileceğini umuyorum.
Bu arada, ülkemizde dahi 9 yaşındaki bir kızla evlenilmesinin uygun olup olmadığı üzerine kafa yoran adamlar olsa da, 18 yaşın altında yapılan her evlilik çocuk evliliğidir. Bunu değiştirmek için bazı sivil toplum kuruluşlarının ortaya koyduğu değerli çabalar var ancak mesele çok derin ve bu durumu gerçekten değiştirmek için ihtiyacımız olan şey “Sebebi ister cehalet ister maddi imkansızlıklar olsun, 18 yaşının altında evlendirilen her kız çocuğu benim için bir Uludere’dir.” diyecek yöneticiler.
Böyle yöneticilere en kısa zamanda kavuşmak dileğiyle, hepinizin içindeki o kocaman gözlü çocukların yanaklarından öpüyorum. Dünyaya ara sıra onların o kocaman gözleriyle bakmayı unutmayın.
Haa, bu arada… Ben henüz evlenmemiş olsam da evli olan birkaç arkadaşa sordum. Öyle bir durum varmış…