Ne olduğunu bilmesem de derinlerde bir yerde bir şey var.
Ya gerçekten ne olduğunu bilmiyorum ya da bilmek istemiyorum.
Her nasıl hissedersem hissedeyim…
Derinlerde bir yerde bir şey var!
Amacım ona ulaşmaksa en başından başlamalıyım. Tüm kuşandığım zırhlarımı bir kenara koymalıyım, tüm çıplaklığıyla sunmalıyım ruhumu ortaya.
Buna kim cesaret edebilir?
Ben mi?
Yoo hayır, cesaretim falan yok; aksine iliklerime kadar korkuyorum.
Bu hem bir SON, hem bir BAŞLANGIÇ olacak çünkü.
Ne alışılmışa son vermeye cesaretim var ne de yeniye alışmaya.
Ama kaçış yok!
Artık hiçbir çıkışın olmadığı bir yerdeyim ve içimdeki tüm Ben’lerle hesaplaşmak zorundayım.
Korkak ben, cesaretsiz ben, riyakar ben, öfkeli ben, takıntılı ben, defolu ben, öznesiz ben…
Bunların hangisiyle tek tek başa çıkacağım?!
Tam biriyle yüzleşmeye kalkmışken nasıl birden bu kadar çok Ben oldular?
Sıramı savma şansım da yok, dedim ya “kaçışsız çıkıştayım”.
Riyakar ben’i seçiyorum hak ettiğine inanarak ilk sırada yer almayı. Ne de olsa hayatta en büyük riyakarlığı kendimize karşı yapıyoruz. Ne çok yalanlar söyledim kendi kendime, bilmeden ne büyük yaralara gebe olduğunu.
Görmek mi ağır geldi, kabullenmek mi gerçekleri?!
Belki de hiç biri; sadece bir kaçıştı benimki!
Belki defolu ben’in üzerini örtbas etmek için. Kim göğsünü gere gere iğdiş edilmiş bedenini sunar ki? Kim gerçekten defosunu bilir ki ve kim gerçekten onunla sadece bir randevuya bile evet diyebilir ki?
Demedim ben de!
Daha önemli işlerim vardı; yoksa nasıl tanışırdım takıntılarımla. Onlar ki nicedir görünmeden dolaşırlardı ortalıkta. Bilirler ne zaman kaleyi fethedeceklerini, nöbet değişimindeki bir anlık boşluğu yakalayıp geçiverirler surların diğer tarafına. Hissetmeden hissettirmeden gölgelerini, senin gölgeni de alıp katarak kendilerininkilere.
Uzun sürmez korkak ben’le tanışman. İlk önce yadırgarsın, korkarsın korkunun kendisinden bile. Sonra teslim olursun karanlığın en puslu haline.
Vardır elbet aydınlık yüzü gecenin de lakin ne ben onu bilirim ne de o gösterir kendini yüreğime.
Ve kala kalırsın öznesiz ben’le bir vahanın orta yerinde.
Öz yok!
Öz-ne bilmiyorum?
Siz var!
Bir sabun köpüğündeyim artık.
Öyle şeffaf, öyle kırılgan, öyle ürkek….
Sözlerim uçuyor havaya ama düşüncem yerde, öz olmayınca söz yükselmiyor göklere.
Ve nasıl oldu bilemeden girdim bir fanusa
Kim soktu beni buraya?
Heey! Size sesleniyorum!
Nefes alamıyorum!
Ö-lü-yo-rum!
İşte tam o an, tam da ölümle burun buruna geldiğim an olmasını herkesin olağan saydığı bir şey oluyor.
Bir adım atıyorum. Sadece bir adım!
İlk adımını atan minik bir çocuğun adımı bu.
Dünyayı keşfetmeye hazır, attığı adımlarla kendine bir yer edinmeye çalışan “Ben de buradayım, bak tek başıma ayakta durabiliyorum,” diyen küçük çocuğun adımı.
Sendeleyerek, düşerek ama yeniden dimdik ayağa kalkarak…